Bazen yazdığınız bir yazının nasıl bir etki yapacağını önceden kestiremiyorsunuz.
Sizi çok rahatsız eden bir konuya değiniyorsunuz. Ancak küçük bir kesimi ilgilendireceğini düşündüğünüz halde, yazmadan edemiyorsunuz. Ama yazının yayımlanmasıyla birlikte, başlıyor telefonlar.
Hem memnun oluyorsunuz, hem de konunun sizin düşündüğünüzün çok ötesinde önem taşıdığını kavrıyorsunuz.
Meğer pek çok kişi, içindeki kızgınlığı boşaltmak, tepkisini dile getirmek için bir kıvılcım bekliyormuş. Birilerinin bazı şeyleri yüksek sesle söylemesi gerekiyormuş.
Türkçe'den utananları "aşağılık duygusu"na bağladığım yazı bunlardan birisiydi. O kadar çok destekleyici tepki geldi ki, ilk fırsatta konuya yeniden dönmeye karar vermek zorunda kaldım.
* * *
Duygularını ilk dile getirenlerden birisi, eski bakanlardan Sayın İhsan Topaloğlu idi:
- Mantık dışı bir biçimde, yabancı sözcük hayranlığı var. Bakıyorsunuz, savaş uçaklarımız günde şu kadar "sorti" yapmışlar. Neden "çıkış" yapmıyorlar da "sorti" yapıyorlar?
Niçin "özel tim" olup da "özel takım" olmadığı da sorulabilir tabii.
Emekli büyükelçilerden Sayın Cahit Tayra da bir zamanlar taksilerin üzerine "Taxi" yazılmasını engellemek için nasıl uğraş verdiğini anlattı. Ve ekledi:
- Adam "Hotel Capri" diye tabela asıyor. İtalyanlar için hiç ilginç değil. Diğer yabancı turistler de zaten isteseler İtalya'ya giderlerdi. Örneğin "Menekşe Oteli" dese, yabancılar için çok daha ilginç olacak!...
Birkaç günlük tatil için İtalya'ya gitseniz, İstanbul Oteli'nde kalıp Adana kebap mı yemek istersiniz?
* * *
Yıllar önce, "spor basını" ile ilgili bir seminerde, Kahraman Bapçum ile yanyana oturuyorduk. "Futbol sezonu", "basketbol sezonu" gibi sözler o kadar sık geçiyordu ki, dayanamayıp söylendim:
- Ne demek "sezon"?
Bu sözcüğe Sayın Bapçum da öylesine alışmıştı ki, birden amacımı kestiremeyip "sezon"un ne demek olduğunu anlatmaya koyuldu. "Futbol mevsimi" demek varken "futbol sezonu" demenin gerekçesini bulması ise zaten olanaksızdı.
Başta Sayın Özal ve hatta Sayın Demirel olmak üzere, devletimizin bazı büyüklerini TV'de dinlerken, sözlerini sürekli olarak kafamda Türkçe'ye çevirmekten yorgun düşüyorum.
Niçin "Kürt gerçeği" değil de "Kürt realitesi"?
Niçin "bütünleşme" değil de "entegrasyon"?
Niçin "ayrıntı" değil de "detay"?
Niçin "kafa yapısı" değil de "mantalite"?
Ve niçin, yabancı dili çok iyi konuşan Sayın Ecevit yabancı sözcükler kullanmıyor da, bildikleri yabancı dil ile ancak kahve sohbeti yapabilecek durumdaki "milliyetçi" ( ! ) büyüklerimiz, her tümcenin içine birkaç tane yabancı sözcük sokmak gereğini duyuyorlar? Bilinç altlarında bir sıkıntıları mı var?
Ne kadar derin birikimleri olduğunu kanıtlamak gereksinmesi içindeler mi? Halkın anlayabileceği bir dil kullansalar, önemlerini yitireceklerinden mi korkuyorlar?
* * *
Yıllar önce, Meclis kürsüsünde, hakkımda verilen gensoru önergesine karşı savunma yapıyordum. Bir ara "eşgüdüm" ve "sav" sözcüklerini kullanınca, muhalefet sıralarından bağrışmalar geldi:
- Ne demek "eşgüdüm", ne demek "sav"? Türk köylüsü anlar mı?
Gülümsemeden kendimi alamadım:
- Herhalde haklısınız dedim, "koordinasyon" ve "tez" deseydim Türk köylüsü daha iyi anlardı ( ! )...
Galiba gerçekten de haklı olan onlardı. Bakın bazı yeni binaların kapılarında artık "pull" ve "push" yazıyor. Köylümüz kente geldiğinde yadırgamasın diye olacak ( ! )...
Bakıyorum da, halk gene "perhiz" yapıyor; okumuşlarımız ( ! ) ise aşama yapmışlar "diyet" uyguluyorlar.
Biz, çocukken "cankurtaran"ların "canavar düdükleri"ni duyardık. Şimdi "ambulans"lar "siren" çalıyor.
Dergilerimiz "özel haber" yerine "exclusive" olanını tercih ediyorlar. TV'lerimiz "talk show" yaparak Amerika'yı yakalama peşindeler.
Bir zamanlar Münir Nurettin gibi, Lefter gibi "büyük yıldız"larımız vardı. Oysa şimdilerde çağdaş uygarlık düzeyine ulaştığımız için, harıl harıl "süper star"lar yetiştirmekle uğraşıyoruz.
Bakkallarımız bile "market" oldu; "şenlik"lerimiz ise "festival"...
Artık yabancılar Türkiye'de yabancılık çekmeyebilirler; ama Türk insanı Türkiye'de yabancılık çekmeye başladı...
Aşağılık duygusunun ürünü bir "yaranma içgüdüsü" bizi Batı'ya yaklaştırmıyor, uzaklaştırıyor...
Tıpkı, "Tanrı uludur, Tanrı'dan başka yoktur tapacak!" tümceleri ile sabah uykumun arasında bana bir başka huzur veren müezzin sesinin yerini, hoparlörlerden gümbür gümbür yayılan Arapça tümceler alınca, Tanrı'ya daha yaklaşacağımıza uzaklaştığımız gibi...
Ahmet Taner Kışlalı