Uluslararası düzeyde içinde bulunduğumuz durum 12 Eylül’den sonra Özal’ın Başbakan olduğu vaziyete benziyor. Yani aynı plan uygulanmaya çalışılıyor. O zaman da Kürdistan’ı orada kuralım, siz de üzerinde fazla durmayın diyorlardı.
Meraklısı için bir bilgi vereyim hemen, Yunanlıların daha 1970’lerde ABD’de dağıttığı bir broşür var, yazan Yunan İstihbaratı’nda çalışmış General Tagaris. Burada Türkiye’nin pek çok etnik gruptan meydana geldiği, tüm bu etnik grupların devlet kurma hakkının olduğu söyleniyor ve hepsinin Türkiye haritasındaki yeri gösteriliyor.
Ben daha o zaman bu broşürü yayınladım. Bu adam bir istihbaratçı ve ABD’de bu broşürü yayınlıyor. Ve açık açık Pontus’un yeri şurası, Kürdistan’ın yeri şurası diye gösteriyor.
O günden bugüne hiçbir şey değişmiş değil. Uygulamanın gecikmesinin nedeni, Sevr Antlaşması’ndan bu yana, önce onları yenmemiz sonra da Sovyetler Birliği’nin varlığı.
Sovyetler’den öyle korkuyorlardı ki Türkiye’ye dokunamıyorlardı ve biz de kendimizi koruyacak şartlara sahiptik. Ama Sovyetler dağıldıktan hemen sonra bu planları uygulamaya koydular, şimdi Sykes-Picot Antlaşması’nı uygulamayı düşünüyorlar. Türkiye’ye bakışları bu.
Türkiye’de iktidara gelip de “Canım Kıbrıs’ı da veriverelim” diyen herkes tipik bir Tanzimat sadrazamı durumundadır. Biliyoruz o sadrazamlar “İngiltere’yle aramız bozulacağına bir Osmanlı vilayetini verelim” diyorlardı. Aynı mantık bugün Türkiye’de bir takım insanlarda mevcut.
Halk Avrupacıları barajın altına sürükledi
Bu seçimlerde halkın düşündüğüyle seçilenlerin düşündüğü arasındaki farka bakalım. Açık açık Tanzimatçıyız diyenler, yani Avrupa Birliği’yle anlaşalım, ABD’nin istediklerini yapalım diyenleri Türkiye Cumhuriyeti ahalisi barajın altına sürükledi. Yani bunları zararsız hale getirdi halk.
Halk bunu yaparken geçen seçimlerde yaptığını yaptı. O zaman halk, “ben sizden bıktım, Batıdan bıktım, artık dediklerinizi duymak bile istemiyorum, Türkiye kendi başının çaresine bakmalıdır” mantığı içerisinde o zamana kadar denenmemiş partileri iktidara getirmişti.
Fakat DSP ile MHP kötü bir sınav verdiler. Çünkü kendi içlerinde karşı tarafın virüslerini taşıyorlardı. Yani olacak iş değil, zora düşünce Kemal Derviş’i getiriyorlar. Ve sonunda başarısız oldular.
“Light” Yeşil Kuşak için Tayyip
Şimdi halk Tayyip’in bu işi temizleyeceğini düşünüyor, denenmemiş olan o, bunun için onu getiriyor. Halbuki Tayyip önceden pazarlığını yapmış, daha iktidara geldiği günden itibaren söylediği her laf, Mesut’un da, Çiller’in de söylediği laflar.
Öyle bir şey ki Fransız Le Monde gazetesi gibi bir gazete bile AK Parti iktidarını kötü bir olay gibi ele almıyor. Çünkü Tayyip daha seçim öncesi ziyaretlerinde Avrupa’ya tavizler verdi.
Benim gördüğüm, 1990’larda Graham Fuller’in tavsiye ettiği gibi Ilımlı İslam’ın iktidarı olacak. Yani ******’ü bir kenara bırakıp İslam’la demokrasiyi bağdaştırmaya çalışan, yeni, “light” bir yeşil kuşak için Batının işine yarayacak bir adam iktidarda olacak.
Erbakan da o nedenle feda edilmiş oldu. Çünkü Erbakan’a, feda edilen başka bir tarafla yani Suudi Arabistan’la ilişkili diye bakılıyordu. Orada da bir prensi başa getirmeye çalışıyorlar. O prens onların tercih ettiği bir prens.
60’ların TİP’i bu seçimi alırdı
Şimdi soldaki duruma bakalım. İlk defa tüm sol partiler seçime girdi. Seçime giren işçi partileri var, komünist parti var, sosyalist parti var ama hiçbirinin arkasında işçi yok. O zaman da işçiler Tayyip’in arkasından gidiyor.
Neden böyle oluyor, çünkü kültürsüzleştirme operasyonuna aydınlar baş eğdikçe işçiler dahil halk onları yadırgıyor, yadırgayınca onların aleyhine oy vermek istiyor ve onların aleyhinde kimi bulursa ona oy veriyor.
Eğer 60’ların TİP’i olsaydı ona oy verirdi, çünkü o zaman dört dörtlük, ulusal, sosyalist, kültürsüzleşmemiş bir parti olacaktı.
Buradan ne çıkıyor?
Buradan şu çıkıyor: işçi partileri, sosyalist partiler ve ortanın sahiden solunda olduğunu söyleyen sosyal demokratlar eğer Türkiye’de iş yapmak istiyorlarsa mutlaka bir halk cephesi kurmak zorundalar.
Bu, Mustafa Kemal Paşa’nın Halk Fırkası’nı kurarken yaptığı şey. Çünkü bir araya gelmedikleri sürece seçilmeleri mümkün değildir. Fakat biraraya gelirken de mutlaka Batıcılıktan sıyrılmaları lazım.
Esas mesele laiklik değil, ekonomi
Çünkü demokratik solun, sosyalist solun en büyük meselesi laiklik değildir, üretici güçler ve bu güçlerin iktidarda dengeli bir biçimde söz sahibi olmasıdır. Eğer bütün süreci laikliğe indirgersen o zaman bir manada mason partisi olmuş olursun, çünkü laiklik masonların en büyük meselesidir: Laiklik üzerindeki ısrarlar aslında anti İslamcılıktır. Halk bunu sezgisiyle anlıyor. Bir insan laik bir toplum içinde dininin gereklerini uygulayabilir, buna hiçbir mani yok. Çünkü laiklik demek dinin ortadan kaldırılması değil, dinin bireyselleştirilmesi, toplumsallıktan çıkartılması demektir. Sen dini toplumsal alandan sürdükten sonra gerisine karışmayacaksın.
Esas mesele ekonomide, yani gelir dağılımının adalete uygun hale getirilmesinde. Çünkü sosyalizmde demokrasiye yönelik eleştiri nedir; burjuva toplumda demokrasi sadece hukuk alanında sağlanır oysa asıl mesele ekonomik anlamda demokrasinin, yani gelir dağılımında eşitliğin sağlanmasıdır.
Bunu nasıl sağlayacaksın, laiklikle mi? Hayır, bunu ancak sosyal politikalarla yani üretim gücüne hak tanıyarak sağlayabilirsin. Yani üretim gücünün partisi olacak. Siyasi ifadesini orada bulacak ve siyasete ağırlığını koyacak.
Demokratik sol, sosyalist sol ve Kemalist solun biraraya gelmesi ve bunların en azından bir işçi konfederasyonun desteğini arkasına alması lazım. Hatta bu arada merkez sağda yer alan temiz politikacılarla ve milliyetçi kesimlerle ittifak aramak gerekir.
Ama bunu hiçbiri yapmadı, seçimlere tek başına girdiler ve ortada kaldılar.
Çok örgütlü sağcılığa karşı
çok örgütlü solculuk
Bizde bütün politikacılar hatta ciheti askeriye dahil işçilerden korkuyor. Ve işçileri bir güç olarak bu işin içine sokmak istemiyorlar.
Halbuki demokrasi demek sermaye gücü ile üretim gücünün alternatif olarak birbirini iktidara taşıması demektir. Bunu halk yapar. Her seçimde birini başa getirir ve eğer başarısız olursa indirir. Ama bunun için üretim gücünün faal olması ve siyasi olarak ifade edilebilmesi lazım.
Ama bu böyle yürümez, karşınızdaki çok örgütlü sağcılığa çok örgütlü bir solculukla ve çok örgütlü bir ulusalcılıkla karşı çıkmak gerekir. Bu çok örgütlü ulusalcılıksa işçi konfederasyonları olmadan olmaz. Yalnız öğrencilerle, profesörlerle sosyalizm de olmaz, demokrasi de olmaz.
Mesela Fransız İhtilali’ni yapanlara bakın, onlara baldırıçıplaklar denir, yani fakir halk. Fakir halk olmadı mı, fakir halk devreye girmedi mi, fakir halk destek olmadı mı hep avcunu yalarsın.