Bir yaz akşamı İstanbul’un aşağıya çökmüş kahverengi kirli havasından bunalmıştım. Şöyle bir yerlere gidip hava alayım dedim. Türkiş (“Turkish” (!))Anka Yolları’ndan bir zümrüd-ü anka kuşuna bindim. Yükseldik; az gittik, uz gittik; 60 yıldır TC tarihinde olduğu gibi, bir arpa boyu yol gittik. Aşağılarda, ekilmemiş tarlalar, hayvansız çorak otlaklar, sulak, verimli ovalara yapılıp sonra terkedilmiş fabrika binaları fark edilebiliyordu. Sonra dağlar, önümüzde üstlerindeki bulutlar belirdi. Yunus Emre’nin şiirini, -“Karlı dağların üstünde salkım salkım olan bulut; saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın?”-, mırıldanmaya başladım. Yükselip bulutların üstüne çıktık. Tepede ay parlıyor, alttaki bulutları aydınlatıyor.
Acıktım, susadım. Zümrüd-ü anka kuşu, ben “gak” dedikçe bana hamburger, “guk” dedikçe kola verdi. Hayli gitmişiz; ara sıra biraz kestirmişim. Bulutlar bitmiş, aşağılar karanlıklardan ibâret kalmıştı. Tek tük ışıklar belirdi. Kuş, bir kentin ortasındaki düzlüğe indi. Kanadını eğip inmeme yardımcı oldu. “Bekle” dedim, “Biraz bakınayım.”Önüme çıkan memurların bıyık biçimlerinden yabancı bir ülkeye gelmiş olduğumu anladım. ( Bizdeki bıyık elkitabındaki, bildiğimiz bıyık türlerinden farklı bir bıyık türüne rastlamıştım).
Kentte, mutâdım üzere şöyle bir dolaştım; insanlara dikkat ettim, esnafla sohbet ettim; bir evrenkentin bahçesinden geçtim; öğrencilerin davranışlarını izledim. Ülkenin yoksullaştığı, ancak insanların birden başlarına gelivermiş yoksulluğa henüz alışamadıkları belliydi. Ancak, hepsinden önemlisi bir durumu idrak etmem çok sürmedi; konuştuklarım da bunu teyit etti:
Bu ülkede devletle millet âdetâ birbirine düşmandı. Örneğin, devlet, milletin tarihini, köklü ulusal edebiyatını öğrenmesini, binlerce yıllık, çoğunluğunun ana dili, resmi diliyle eğitim görmesini, evrenkentlerinde ciddi araştırmalar yapılmasını, milli sanayi ve “teknikbiliğ”in (teknolojinin) geliştirilmesini, halkın büyük çoğunluğunun dini olan dinde rahatça ibadet edebilmesini, güzel Asya geleneklerini de değerlendirerek yaşamasını âdeta yasaklamıştı. Yerine, devlet, yabancı misyonerlerle, melânet karıştırıp duran yabancı “vakıf”larla işbirliği içindeydi. Sanki devlet, ve hükümetleri, kendi milletinin düşmanıydı. Dolayısıyla, milletin çoğunluğu da yöneticilerine, meclis üyelerine, çeşitli fırkalarının başındakilere kuşkuyla bakıyor, hattâ zaman zaman devletine karşı içten içe husumet duyguları besliyordu. Devlet sanki kendi ulusu için değil, yabancılar için çalışır izlenimi vermekteydi.
Çarşıda, pazarda, kalabalık caddelerde gezinirken bir şeye daha şaştım: Burada sanki iki ayrı toplum kesimi yan yana, iç içe yaşıyordu; ama, aralarında âdetâ birer kişilik tel örgüler vardı. Birinci, ve sayısı az kesim “aydınlar”diye adlandırılıyorlardı. Bunlar, sokakta, diğer halka bakışlarından, kibirli yürüyüşlerinden, ellerinde tuttukları yabancı isimli parlak dergilerden, birbirinden ayrılırken “Hadi bay-bay”deyişlerinden anlaşılıyordu. Bu kesime, halkın çoğunluğu diğer kesim “çandaş”adını takmıştı. Nedenini sorup anladık: Sömürgeci yabancı ülkenin yetiştirdiği sahte aydınlar, ulusunun her değerini, örfünü, geçmişini olduğu gibi, dinini de hor görüyor, ama Hıristiyan misyoner faaliyetlerini hayranlıkla izliyor (veya birtakım ucu dışarıda, yabancı isimli dernekleriyle destek oluyor), devletinin, Hıristiyanı hiç olmayan beldelere yaptırdığı kiliselerin çan sesleriyle sabahları uyanmağa bayılıyordu.
İşte böyle gözlem ve mülahazalarla kentte bir gün geçirdikten sonra, kuş alanına döndüm. Her yerde olduğu gibi bu halkı da sevmiş, onların dertlerini, sıkıntılarını içimde hissetmiştim. Alanda, bizim zümrüd-ü anka kuşunu iri darı taneleriyle beslemişler, tüylerini parlatmasına yardımcı olmuşlar; dinlenmiş. Geldim üstüne çıktım; yumuşak tüylerin arasına kuruldum. “Dönelim artık” dedim. Kaf Dağı’nın üstünden şöyle bir uçup uzun yola koyulduk.
Yolda düşündüm: O munis halkın, gittikçe perişanlaşan âsûde ülkesinin niye o hâle geldiğinin ana nedeni âşikârdı: Devlet, milletine yabancı ve hasmâne davrandıkça, halk da devletine olan geleneksel güvenini yitiriyor, yabancı ülkelerce halkın ve eğilimlerinin dışarıdan yönlendirilmesi son derece kolaylaşıyordu. O hâlde artık, devletle millet bütünleşmeliydi. Devlet, milletin tarihine, diline, geleneklerine, inanç ve hissiyatına saygı duymalı, millet ise devletin kendi devleti olduğunu görerek ona güven ve bağlılık hissetmeliydi.
Aydınlar ve halk arasındaki ikilik için de aynı şey söz konusuydu. Sahte aydınların yerini, diline, tarihine, ülkenin bağımsızlığına tutkulu, şanlı atalarına küfür edip durmak yerine, atalarıyla, milletiyle öğünen, öğünmekle yetinmeyip onlara ve halkına lâyık olmaya çalışan gerçek aydınlar almalıydı (Böyle aydınları çoğalmalıydı). Kezâ halk, aydınlarının gerçekten bilgili, kültürlü, özverili, milletine, ülkesine âşık, onlar için uğraşan gönül ehli kişiler olduklarını görerek onlara güvenmeli, onlara saygı duymalıydı. Demeli, aydınlar ve halk da bütünleşmeliydi.
Eminim o zaman, o ülke, o millet, refahına, itibârına, bağımsızlığına, yüksek gelişme düzeyine kavuşacaktı.
Oktay Sinanoğlu