BUNDAN SONRA...
Silahlı Kuvvetlerin, emir-komuta zinciri içinde yönetime tümüyle el koyması yağmurun yağması gibi, doğal bir olaydır! Kuraldır, belli nedenler belli sonuçları doğurur. Devlet devlet olmaktan çıkar, parlamento on beş gün içinde seçilmesi gereken cumhurbaşkanını seçmez ve ülke baştan başa örtülü bir iç savaşın kanlı arenasına dönüşürse, Silahlı Kuvvetlerin yönetime el koymasından doğal ne olabilir ki? Sonuç, şaşırtıcı değildir.
Çok partili yaşama adımımızı attığımız günden bu yana tam otuz yıl geçmiştir. Bu otuz yılın ilk onuncu yılında 27 Mayıs İhtilali yaşandı. 27 Mayıs İhtilali'ni, on bir yıl sonra 12 Mart Muhtırası izledi; 12 Mart Muhtırasından dokuz yıl sonra da 12 Eylül günü Silahlı Kuvvetler, hiyerarşik bütün içinde yönetime el koydu. Arada, 22 Şubat ve 21 Mayıs gibi ihtilal girişimlerine de tanık olundu.
1950 yılından bu yana, 12 Eylül tarihi ile birlikte tam dokuz kez sıkıyönetim ilan edilmiş bulunuyor.
Otuz yıllık çok partili yaşamımız, her iki yılına karşılık bir sıkıyönetimli yıl ile ilginç bir siyasal grafik çizdi.
Bu gerçekleri alt alta koyarsanız, sonuç kendiliğinden belirir. Biz çok partili yaşamı, çoğulcu ve özgürlükçü demokrasiyi, Anayasal düzeni yaşatamadık, hukuk devletini kan gölünde boğduk, demokrasinin ne olduğunu, daha da önemlisi, ne olmadığını bir türlü anlayamadık!
Bu bir iflastır. Bu sonuç, otuz yıldır bizleri yöneten, yönettiklerini sanan kadroların ve bunların siyasal düşüncelerinin tam bir iflası demektir.
Evet, kimsenin kimseye söyleyeceği bir söz yok. Bu sonuç sürpriz değildi, bekleniyordu. Bu çalkantıda bu kan gölünde başka ne olabilirdi, ne beklenirdi? Bir parlamento, on beş gün içinde seçilmesi gereken Cumhurbaşkanını, akıl almaz vurdumduymazlıklarla altı aydır seçemezse, kim kime ne söyleyebilir? Günde ortalama yirmi yurttaşımızın can verdiği bir ortamda, kim hukuk devletinden, Anayasadan, demokrasiden söz edebilirdi? Bu enflasyonlu devalüasyonlu düzen, bu kan gölü, elbette bir yerde noktalanacaktı. Ve noktalandı.
1960 ihtilalini hep beraber yaşadık. 60 Mayısında yönetime el oyan Silahlı Kuvvetler, bu ihtilalin lideri Orgeneral Cemal Gürsel'in deyişi ile "duvarları küfürlerle kirlenmemiş bir parlamentoyu" sivil yönetime armağan etti; sivil yönetim, bu armağanın değerini hiç anlamadı. 12 Mart kargaşasından sonra yönetimde ağırlığını duyuran askeri yönetim, isteseydi sürekli kalıcı bir askeri yönetime dönüşebilirdi; ama 12 Mart yönetimi de sivil yönetime kapılarını açtı. Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Evren'in yaptığı ilk açıklamada "Ferdin ve toplumun huzur ve refahına önem veren, özgürlükçü, demokratik, laik ve sosyal hukuk kurallarına dayalı bir yönetim" kurma amacını taşıdıklarını söylemesi, Silahlı Kuvvetlerimizde sivil yönetime dönme yolundaki sağlıklı geleneğin canlı tutulduğunu göstermektedir.
Buradan da bir başka sonuç çıkmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri, çok partili yaşama adımımızı attığımız günden bu yana oluşagelen olaylar karşısında, hiçbir zaman sürekli ve kalıcı bir askeri yönetim kurmayı düşünmemiştir. Bu tutum, değeri çok sonra anlaşılacak bir büyük güvencedir.
Bu gibi büyük olaylar, yaşadığımız bunalımların temelindeki nedenleri anlamaya katkıda bulunmalıdır. Bugüne kadar, kalıcı ve sürekli bir "sivil yönetim" kuramadık; yaşadığımız deneylerden de yararlanarak, bundan sonra "özgürlükçü, demokratik, laik ve sosyal hukuk kurallarına dayalı" yönetimi nasıl kuracağız, hep birlikte bu konuyu düşünelim.
(Cumhuriyet, 14 Eylül 1980)