Bilgi ve Tartışma Platformu
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  KapıKapı  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yap  

 

 Vural Savaşın Not Defteri

Aşağa gitmek 
2 posters
Sayfaya git : 1, 2  Sonraki
YazarMesaj
Genç Kemalist




Mesaj Sayısı : 182
Kayıt tarihi : 31/05/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyPerş. Haz. 05, 2008 9:51 pm

Kanuni'nin Şeyhülislamı Ebussuud Efendi'nin söyleşi fetvaları, Osmanlı'ya egemen olan zihniyetin niteliğine ışık tutar:
"Soru: Bir kişi açıktan açığa ramazan günü yemek yese, sorgulamasında 'Ramazan hadistir, düzme koşmadır' derse ve bu sözünde direnirse ne yapmak gerekir?
Cevap: Elbette öldürülmesi gerekir.
Soru: Seyyidler 'İbadetle ilgili kararlar bizi bağlamaz' (...) derlerse bunlara ne yapılmalıdır?
Cevap: Bu inanç üzerine direnirler, şeriat yoluna gelmezlerse dinsizlikleri anlaşılmış olur, bu nedenle öldürülmeleri gerekir.
Soru: Bazı sufiler 'Bize şeyhimiz böyle buyurdu' diyerek sürekli zikretseler onlara ne yapmak gerekir?
Cevap: Şeyhleri olan dinsizin buyruğunu Tanrı Peygamberi'nin buyruğuna yeğledikleri için tümünün öldürülmesi gerek.
Soru: Kızılbaş topluluğunun dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler gazi, bu öldürme sırasında ölenler şehit olur mu?
Cevap: Kızılbaşların topluca öldürülmesi elbette dinimize göre helaldir. Bu en büyük kutsal savaştır. Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur." (M. Ertuğrul Düzdağ, Şeyhülislam Ebussuud Efendi Fetvaları..., s. 83 ve sonrası.)


Birinci Büyük Millet Meclisi'nin açılışından altı ay sonra, 26 Aralık 1920 tarihinde 'frengiyle savaş'ı öngören yasa görüşülürken, Erzincan Mebusu Şeyh Fevzi Efendi şöyle diyor:
"Sahipsiz, mahremsiz kadınlar için avucunun içini göstermek caiz değildir. Yalnız gözlerinin etrafını -eşyaya bakacağı için- gösterebilir."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Genç Kemalist




Mesaj Sayısı : 182
Kayıt tarihi : 31/05/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyPerş. Haz. 05, 2008 9:51 pm

1999 yılında yayımlanan, Ergün Poyraz'ın yazdığı Fethullah'ın Gerçek Yüzü adlı kitapta (s 157 - 167) yazılanlar, 'Nurculuğun', aslında bölücü amaçlara hizmet ettiğini ve İBDA-C'nin, Nurcuların amaçlarını silah zoruyla gerçekleştirmeye çalıştığını belgeliyor:

Refah Partisi Kocaeli Milletvekili ve Adalet Bakanı Şevket Kazan'ın telgraf çekip, mektup yazıp, yanlarında olduklarını belirttiği İBDA-C'nin yayın organı Taraf dergisinde yayımlanan bir yazıda Nurculuğun gerçek yüzü ortaya konuluyordu:

Özgür Kürdistan İçin Savaş

Said Nursi'nin rüyası İBDA-C'nin elinde gerçekleşecektir. Said-i Kürdi, Kemalistlerin tabiri ile Said-i Nursi, Kürt ve İslam tarihinde yetişen dahi bir ulemadır (...) Said-i Kürdi zindandan çıktıktan sonra İstanbul'u terk öder. Vapurla Tiflis üzerinden Kürdistan'ın Xuy kentine geçer. Van ve Bitlis Kürt beylik ve aşiretlerine ulaşır. Buralarda Kürdistan'ın kurtuluşu için ilim, irfan, plan ve proje yolları arar. Tiflis'teyken bir tepenin başına çıkar. Kafasındaki özgür Kürdistan ve Birleşik İslam Âlemi projesini tasarlarken birisi ile Said-i Kürdi arasında şu konuşma geçer:
- Nerelisin?
- Bitlisliyim.
- Ne yapıyorsun burada?
- Ben müstakbel Kürdistan'ın ve İslam âleminin plan ve projesini çiziyorum.
- Burası Tiflis'tir, Bitlis değil.
- Tiflis, Bitlis'in kardeşidir. Benim kafamdaki plan ve proje, bu planım er geç gerçekleşecek. İslam âleminin kalbinde müstakil bir Kürdistan'ın kurulması ile İslam alemi o merkez etrafında dönerek bir araya gelecek ve büyük federatif İslam devleti kurulacaktır.
Evet, Said-i Kürdi'nin yaklaşık bir asır önce tasarladığı bu değerli plan ve hayati işler bugün gerçekleşiyor.
Gerçekten Said-i Kürdi'nin hayali, gayesi olan, İslam âleminin kalbini teşkil eden, birleşik ve özgür bir Kürdistan temeli atılmaya başlamış ve bu gayeye yönelik özgürlük mücadelesi başarı ile ilerliyor. Kürt halkının samimiyetle bağlı bulunduğu Asrı Saadetin anlayışıyla devrimci ve zulme karşı direnişçi ruhu ile İslamiyetin hakiki mecrasına dönüştü- rülmüş bulunuyor...
Said-i Kürdi'nin: Ey Asuriler ve Ciyaniler, Cihangirlik zamanında Peşidar kahraman askerleri olan Kürtler, beşyüz senedir yattınız, yeter artık uyanınız, sabahtır şeklindeki çağrısı bugün Kürt halkı tarafından yerine getiriliyor. Ve onun tabiriyle, Kürt halkı artık gafletten uyanıyor. Sanırız ki büyük Kürt alimi Said-i Kürdi'nin aziz ruhu tüm Kürdistan şehitlerinin aziz ruhları gibi durum karşısında mesrur ve memnun olmaktadır.
Said-i Kürdi, 'özgür bir Kürdistan tohumu ekiyorum. Onu geliştirip büyütün' şeklindeki vasiyetini şimdilik şehitlerin kanında açan kırmızı bir güldestesini ithaf etmekle yerine getirilir, o büyük ruhun hoşnut olmasını niyaz ediyoruz...

Özgür Ülke gazetesinden bu alıntıyı yapan Taraf dergisi şunları ekliyordu:
Yiğit Kürt halkı 70 yıldır faaliyet gösteren Deccal rejimine karşı varını yoğunu ortaya koyarak mücadele ediyor. Bu uğurda, İzzet Beyleri, Hacı Musaları, Şeyh Saidleri, Seyyid Rızaları, Said Nursi'leri şehit verdi. Ve bugün Said Nursi'nin rüyasını gördüğü, 'uğrunda şehitler vererek, kan ve can vererek yılmadan mücadele ediyor. Birleşik İslam Devleti için Kürdistan'ı kurmaya kararlı, inatçı, inançlı.
Düğüm burada, yıllardır söyledigimizde; Müslüman Kürt halkının mücadelesi, Anadolu merkezli Bağımsız Birleşik İslam Devleti'nin yapı taşıdır.
Kurnandan Mirzabeyoğlu dedi ki:
'Gayet açık olarak söylüyorum. Bugün İBDA, Said Nursi Hazretlerinin rüyasını gördüğü bir temsil planındadır ve bu manada İBDA'nın kadrosudur.'
Bu söz 1986'da söylenmiştir. Ve zaman, döne döne bu sözün gerçekleşeceği iklimi bulmuştur. O halde: 'İslam Devleti için Müslüman Kürt halkına tam destek!..'
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Genç Kemalist




Mesaj Sayısı : 182
Kayıt tarihi : 31/05/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyPerş. Haz. 05, 2008 9:52 pm

Yine İBDA-C'nin yayın organı Taraf dergisinin 1 Ekim tarihli sayısından bazı alıntılar yapıyorum:

"Dinsiz cumhuriyeti yıkma yolunda en önde giden Sivas'ın yiğit Müslümanlarına teşekkürü bir borç biliriz."
"Karar çıkmıştır. 'İslam'da şiddet yoktur' diyen her kim olursa olsun aynen Kemalist ve işgal yanlısı bir kâfirdir. Nifak ve fitnecilerin katli hak ve önceliklidir. Yaşasın Anadolu halkının şeriat için silahlı mücadelesi."
"Sivas'ta insanlarımız, yargılama ve cezalandırma hakkını kullanmıştır: Yargılama ve cezalandırma hakkı yalnız Müslümanlarındır. Bunun lamı cimi yok. Yasa dışı T.C.'nin hiç bir hakkı yoktur."

Eylül sayısı sayfa 24'e baktığımızda, gerçek yüzleri iyice belirginleşiyor. Bu sayıda bir okurun gönderdiği mektup ve ona verilen cevap:

"Muhterem ve aziz kardeşlerim. Kısa bir süre önce gerek Zaman, gerekse Milli Gazete'de sizlerle ilgili haberleri görmüştüm. Sonsuz merakta iken çok şükür rabbime Taraf dergisi ile müşerref oldum. Çok beğendim, fakat polise köpek diyorsunuz, teröriste gerilla! Bu bana PKK'lı teröristlerin ağzını çağrıştırıyor. Abdullah Öcalan'dan; PKK'lı gerilla komutanı diye bahsediyorsunuz. Sakın canlarım. Eğer İslam'ı tebliğe çıktığınızı söylüyorsanız ki, samimiyetinize inanıyorum... Allah aşkına bu PKK'yı hiç bir şekilde haklı çıkararak bahane ileri sürmeyin. Affedin size nasihat, akıl verecek haddim yok. Ama galiba bir çoğunuzdan yaşça büyüğüm. Ablanız ve anneniz gibi düşünüyorum. Kimbilir o canlarınız neler çekiyor? Kim bilir geceleriniz nasıl kanlı ve kinli... İşkence haberlerinizi, anılarınızı okudukça yüreğim parçalanıyor."
Cevap: "Biz de sizi ablamız, annemiz kabul ettik. 12 sayfalık mektubunuzu okurken duygulandık, gözlerimiz doldu. Muhterem annemiz, PKK'ya bakışımıza ve Saddam'ı desteklemiş olmamıza üzülüyorsunuz ve açıklama bekliyorsunuz. Defalarca izah ettiğimiz bu mevzuda kısaca şunları söylemek isteriz: İslam âleminin bugünkü Batıya mahkûm halinin sorumlusu, ABD'nin başını çektiği Yahudi, Hıristiyan ve batı emperyalizmidir. İslam âleminin bağımsızlaşması bu kan emici zorbalığın güç kaybetmesi ile doğru orantılıdır. O sebepten, kim ki onlara savaş açar, zarar verir, biz onu destekleriz. İsterse komünist Küba olsun... Anlamsız gördüğünüz 'Saddam sen oradan biz buradan' sloganının manası; Saddam sen oradan emperyalistlere karşı, biz buradan emperyalistlere ve onların uşaklarına karşı savaşalım... Diğer meseleye gelince Türkiye'de Müslümanlara parya muamelesi yapan, geçmişte yüz binlerce kardeşimizin kanına giren Kemalist devlettir. PKK değil!., İslamcı mücadelelerin etkinliği bu devletin güç kaybetmesi ile bağlantılı olduğundan ona darbe indiren her kesim, biz İslam devrimcilerini mutlu kılar, ister Dev-Sol, ister PKK olsun..."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:36 am

Notlarıma, daha önce sözünü ettiğim Fethullah'ın Gerçek Yüzü adlı kitaptan bir başka alıntı yaparak devam etmek istiyorum:

1922 yılında, Mustafa Kemal ******, Konya'ya yaptığı ziyarette bir medreseye gittiğinde, orada bulunan bir molla, medreselerin sayısının artırılmasını ve medrese öğrencilerinin askere alınmamasını rica eder. Bunun üzerine kendini tutamayan ******, özellikle bu askere alma düşüncesine karşı olan mollaya kesin bir ifadeyle şöyle cevap verir:

"Ne o, yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde döğüşür, yurt için canlarını feda ederken, siz burada, genç sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz! Bu asalakların askere alınmaları için hemen yarın emir vereceğim..."

******'ün bu cevabı karşısında yüzleri kızaran mollalar ona hiçbir şey söyleyemezler. Zaten ****** de onlara birşey deme fırsatı bırakmadan, "burada yapacak işimiz kalmadı" diyerek ayrılır. Medreseden ayrıldıktan sonra, yanındaki Sovyet Rusya elçisi Aralov'a otomobilde şu açıklamayı yapar:

"Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağım! Her şeyden önce onları mali dayanaklarından, vakıflardan, yoksun edeceğim. Yurt topraklarının büyük bir parçası, nerede ise üçte ikisi, belki de daha çoğu vakıftır. Bu topraklar mollaların yaşama kaynaklarıdır. Bunların çoğu köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar."

******, Aralov'a medreseler hakkında bilgiler vererek, Anadolu topraklarında halen delikanlıları askerden kaçıran onyedi bin medrese bulunduğunu söyler. ******, bu ülkeyi mollaların dualarının değil, Türk askerinin dökülen kanının kurtardığını başka vesileler ile başka yerlerde de dile getirir. Buna karşılık bu dinci molla takımı, ülkenin dört bir tarafı işgal altında iken, askeri gücün oluşmasını engellemeye çalışmaktadır. Ki, bu zihniyet ne yazık ki hiçbir zaman değişmemiştir.
Nitekim, Kürt Said de Konya'da ******'e ricada bulunan molladan farklı düşünmüyor, gençleri askerden kurtarma konusunda, Nur Risaleleri'nin bir parçasını teşkil eden Lem'alar Risalesi'nde şöyle diyordu:
"Risale-i Nur öyle değerli bir kitaptır ki, Kur'an'ın onda yansıyan nurlarına hizmet etmek, askerlikten ve kutsal savaştan bile üstündür. Benim elimde fırsat ve param olsa, Risale-i Nur hizmetinde olan değerli kardeşlerimi askerlikten kurtarmak için; bin lira karşılığında bile olsa bedeli; öder ve kurtarırım onları..."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:36 am

Dr. Abdullah Manaz tarafından yayımlanan Dünya'da ve Türkiye'de Siyasal İslamcılık adlı eserde İBDA-C şöyle tanımlanıyor (s. 422):

"İşgal düzeninin kurduğu dengeleri yıkmak için, meydanlarda, sokaklarda, okullarda... Milis savaşı verilen her yer İBDA bölgesidir. Bu bölgelerde faaliyet gösteren milis güçlerinin stratejik hedefi sömürge rejiminin her türlü işgal dengelerini, ilişkilerini, müesseselerini imha ve işgal otoritesini bozup ona karşı bir itaatsizlik ve kaos ortamı meydana getirmektir. İşgal düzeninin müesseselerine karşı girişilen bu bütün imha eylemlerinin sebebi, sonucu ve gayesi NBKK, yani Nizam Bozucu Kitle Kıyamıdır." (İBDA'ya Nasıl Cephe Olunur?, Kemal Canalıcı, Akıncı Yolu, s. 17.)
İBDA hareketinin fikir temeli silahlı ihtilal ve şiddete dayanıyor. Hareket adına çıkan kitaplar ve süreli yayınlar genç ve dinamik İslamcıları şiddete dayalı küçük örgütlenmelere yönlendiriyor. Birbirinden bağımsız küçük terör gruplarının ise, takibi ve belirlenmesi oldukça zorlaşıyor. İBDA hareketinin "Topyekûn Savaş" ve "Topyekûn İhtilal" broşürlerinde bu şöyle izah ediliyor:
"Kendini İBDA'ya muhatap hisseden herkes, bulunduğu yerde, kendi imkanları dahilinde 'zuhur' etmekle mükelleftir. Böyle bir veya birçok kişiden meydana gelen siyasi, askeri, sosyal, kültürel, ticari vesaire... her birlik, İBDA'nın bir 'cephe'sidir. İBDA Cephesi'dir. İster bir kişi ister bin kişi... Bizim şafağını düşlediğimiz İslam İnkılabı, Topyekûn zuhur' stratejisine dayalı 'Halk İhtilali' stratejisine dayalı 'Halk İhtilali' ile tatbike konmuştur; bu hiçbir şekilde tartışmaya açık değildir ve her bir cephenin ortak anlayışı olmalıdır... Savaş ve İhtilalin aracı şiddettir; zatıyla kötü olmayan şiddet, hak veya batıl gaye uğruna kullanılıp, kullanılmamasıyla, menfilik yahut müsbetlik kazanır... Şiddet hayatın 'özü'dür, 'birbirine zıt ve her zaman düşman iki eğilim daima' varolacağına göre, şiddeti ortadan kaldırmaya çalışmak, ya uzlaşmacılığın, yahut ahmak bir kafanın hayal ürünüdür. 'İslamda şiddet yoktur' diyen uzlaşmacı hainler ise 'Dini içten yıkan kafir' hükmü içindedirler... Medyanın hem savaşta, hem de örgütlü mücadelede birinci derecede öneme haiz askeri imha hedefi olduğu kendiliğinden meydana çıkar... İslam'ın özü Cihad'dır. Bu 'öz'e binaen, İslam'da şiddet vardır. Hem de köküne kadar vardır. Ruh kutbuna bağlı bu şiddet, nefs'e bağlı ve onun temsilcileri olan kötülükleri bertaraf etmek için kullanılır. Bu şiddetin sınırı yeryüzünden kötülüklerin kalkmasıdır...
İslamcı halk ihtilali için şiddet bir gereklilik; onu kullanmak da bir mükellefiyettir. 'Rahmete vesile' olan bu şiddeti, kullanma gerekliliğini şuurlara yerleştirmek ve İslamcı camiada bu meseleyi aşmak da, 'şiddet yolu'nu kullanmakla mümkün olabilir. Hak için halk adına verilen mücadelede kullanılan bu şiddete karşı çıkanlar, şuurlu veya şuursuz düşmana hizmet eden ahmak ve hainlerdir." (Topyekûn İhtilal, Osman A. Halit, Akıncı Yolu Ek 3, 1996.)

Fethullah Gülen şunları söylüyor:

"Çocuğa ilaç içirmek için önce ona bir şekerleme gösterilir. Ta ki, çocuk ağzını açsın. Sonra ilaç bu suretle kendisine içirilir. Günümüzde de kamu oyu bir çocuk gibi siyaset konusunda ağzını açmış bekliyor. Ona asıl ilacı içirmek için siyaseti de zikretmek zorundayım...
... ister icma kararıyla, ister çoğunluğun görüşüne göre olsun, Şur'a usulüne göre cereyan etmişse, artık orada üzerinde anlaşılan görüşe muhalefet etmek caiz değildir. Ve alternatif düşünceler ileri sürülemez. 'Ben farklı ve isabetli bir görüşte bulunmuştum' veya 'Ben muhalefet şerhi koymuştum' gibi sözlerle alınan karar aleyhinde rey izhar etmek düpedüz bozgunculuk ve günahtır..."

Suudi Arabistan'ın hem de Adalet Bakanı, Foreign Affairs dergisi muhabiri Milton Viorst'a verdiği beyanatta "İslam'da yönetim ve yöneticiler" ile ilgili olarak şunları söylüyor:

"İslam'da yönetene karşı çıkmak yasaktır. Yolsuzluk, sübyancılık, alkolizm gibi büyük günahları işlese de yöneticiyi iktidardan uzaklaştıramazsınız. Eğer yönetici halkını İslami yoldan ayrılmaya.zorlarsa emirlerine uyulmayabilir. Daha ileri gidilmez. Devirmeye izin yoktur. Çünkü yöneteni olmayan toplum fitneye düşer. Fitne, en kötü yönetimden bile kötüdür. O halde yöneticiye itaat şarttır." (Hürriyet, 5 Ağustos 1996, s. 18.)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:37 am

30 Mayıs 2000 tarihli Hürriyet gazetesindeki Camilerdeki Terör Örgütü başlıklı makalesinde Muharrem Sarıkaya şu bilgileri veriyor:

MGK, 28 Şubat kararlarıyla Kur'an kurslarının Diyanet ve Milli Eğitim Bakanlığı denetiminde yürütülmesini hükümete 'tavsiye' ettiğinde bazı kesimler ayağa kalkıyor.
Hatta, bu kararlara tepki gösterenler arasında, merkez sağ partilerden bazı milletvekilleri de yer alıyor.
Ancak, iki yıl sonrasında bugün ortaya çıkan gerçekler, 28 Şubatla alınan bu kararların ne kadar haklı olduğunu ortaya koyuyor.
Bunu anlamak için Diyarbakır Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin Hizbullah terör örgütü hakkında hazırladığı iddianamedeki 'Örgütleme Modeli1 ara başlıklı bölümde anlatılanları okumak yetiyor.
Hizbullah, ilk örgütlenmesini kitabevleri kurarak başlatıyor.
1980'li yılların sonuna gelindiğinde ise camiler mekânı oluyor.
Örgüt, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından başlatılan 'gönüllü imamlık' uygulamasını fırsat biliyor.
Güneydoğu'daki camilere yöneliyor.
Örgüt elemanlarının ifadelerinden hazırlanan İddianamede, Hizbullah'ın camileri örgüt yuvası haline dönüştürmesinin ilk adımı şöyle aktarılıyor:
"Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde gönüllü imamlık uygulamasından faydalanan örgüt, imamı olmayan tüm camilere kendi adamlarını yerleştirdi..."
Hizbullah bununla da kalmıyor.
Diğer cami ve mescitlerdeki resmi imamları gerek sindirme yöntemiyle, gerekse iyi ilişkiler kurarak pasifize ediyor.
Kısa sürede Güneydoğu Anadolu bölgesindeki camileri hâkimiyeti altına alıyor. 1994 yılına gelindiğinde sadece Diyarbakır'daki 162 cami ve mescitten 90'ında örgütün yapılanması tamamlanıyor.
Akşam ve yatsı namazları sonrası, camiler örgütün siyasi eğitim çalışmasının yapıldığı yuvalar haline dönüşüyor.
Bunların hepsi de 'dini eğitim altındaki masumane çalışmalar' olarak gösteriliyor.
Temel dini bilgileri öğrenmesi için Kuran kurslarına gönderilen çocuklara önce İslami bilgiler içeren kitaplar veriliyor.
Bu dersler sırasında örgüt adından kesinlikle söz edilmiyor.
Öğrenciler, ders gruplarına ve yaşlara göre ayrılıyor. Her grubun başına da 'muhasebe elemanı' adı verilen bir lider konuluyor.
Bir süre sonra bu çalışmalar, piknik, spor müsabakaları gibi sosyal aktivitelerle destekleniyor.
Dönem bitiminde muhasebe elemanı, öğrencilerin davaya yatkınlıklarını belirten bir raporu ve çizelgeyi cami sorumlusuna aktarıyor.
Çizelgede eğitimin ikinci aşamasına geçecek öğrenciler sıralanıyor.
İkinci aşamaya geçilecek öğrencilerden özgeçmiş raporları alınıyor. Hatta özgeçmişlerin doğruluğu konusunda istihbarat çalışması yaptırılıyor.
İkinci aşama eğitime geçişte, öğrenci örgüte davet ediliyor ve kabul edip etmeyeceği soruluyor.
Daveti kabul etmeyen aday ise şu sözlerle uyarılıyor:
"Bu daveti unutacaksın. Bir süre örgüt seni takip edecek, aksine hareketin halinde sen de, ailen de cezalandırılır..."
Kabul edenler ise bir daha dönüşü olmayan yola ilk adımı da atıyor.
Önce siyasi, ardından askeri eğitim...
İslam'ı daha iyi anlayıp vecibelerini doğru yerine getirmek için masumane başlayan dini eğitimin sonunda ortaya çıkan ölüm makineleri...
Bu iddianameyi gördükten sonra, "28 Şubat Kararları"nı daha iyi okumak gerekiyor.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:37 am

M. Emin Değer tarafından yazılan ve 2000 yılının Şubat ayında yayımlanan Bir Cumhuriyet Düşmanının Portresi ya da Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Derin Misyonu adlı çok değerli kitaba yazdığı sunuş yazısında İlhan Selçuk şöyle diyor:

"Derler ki!
1923 Devrimi'ne karşı dindarların tepkisi toplumda irticayı yaratmıştır. Dinciliğin ülkeyi sarması laik cumhuriyetin insanlar üzerindeki baskıları yüzündendir. Laıkçilerin bağnazlığı ülkede İslamcılığı kışkırtıyor.
Oysa irtica bu ülkede laik cumhuriyetten önce de baş belasıydı.
Daha bu topraklar 'vatan' sayılmazken 'mülk'ün başında padişah ve halife hazretleri varken, şeyhülislam fetva verirken, kadılar şeriat ahkâmı üzerine kulları yargılarken, Dersaadet'te irtica ortalığı kasıp kavurur, padişahı tahttan indirir, sadrazamların kellesini alır, her türlü yenilik hareketine karşı çıkardı.
31 Mart İsyanı'nın kahramanı Derviş Vahdeti, Nakşibendi idi" Volkan adlı gazeteyi çıkaran Vahdeti'nin arkasında 'İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti' vardı. 31 Mart kıyamı bastırılınca '1908 Meşrutiyet inkılabı'na karşı ayaklanan mürteciler darağacına çekildi.
Cumhuriyetin ilanından on beş yıl önce yaşanıyordu bu irtica başkaldırısı.
Gençliğinde Derviş Vahdeti'nin Volkan gazetesine yazan 31 Martçı Said-i Nursi, Nakşiliğe dayanan Nurculuğun başını çekiyordu; su katılmamış bir şeriatçıydı; cumhuriyet, laiklik ve ****** düşmanlığı bu yobazın hayatının yörüngesini oluşturdu.
Said-i Nursi'den sonra irticacı kesimin Nakşi bayrağını Şeyh Mehmet Zahit Kotku eline aldı; 1952'de Nakşibendi tarikatının başına geçti, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın himayesinde İskender Paşa Camisi'ne atandı. Bu cami 1980'e kadar devletin gözetimi altında Nakşi karargâhı oldu. Kotku, Erbakan'ı ve Özal kardeşleri yetiştirdi.
Nurculuk Nakşiliğin türetimidir.
Nurculuğa bağlı çeşitli cemaatler de vardır; bu yolda kimi daha etkin, kimi daha kapanık, kimi daha açık, kimi daha köktenci, kimi daha ılımlı görünen bütünüyle takıyyeci irtica yelpazesinde, Fethullahçıhk özel bir yer tutar ve önem taşır.
Neden?..
Çünkü kökeni Said-i Nursi'ye dayanan Fethullahçılık, Türkiye'de sırtını Amerika'ya dayamış 'ılımlı İslam tasarımı'nın en güçlü koludur.
İslamcılığın çeşitli dallarında iktidar savaşımı değişik biçimlerden yürütülüyor.
Almanya'da Cemalettin Kaplan yandaşları siyasal parti kurmanın İslam'da 'bidat' olduğunu söylüyorlar. Erbakan'ın başını çektiği dinci kesim parti üstüne parti kurarak savaşımını yürütüyor. Hizbullahçılar terörü en geçerli yöntem sayıyorlar.
Fethullahçılar ise devleti içinden ele geçirmek için bürokraside örgütlenme stratejisini uzun yıllardan beri uyguluyorlar.
Hizbullah'ın ne demek olduğu artık anlaşıldı; elinizdeki kitap baskıya verilirken örgüt en korkunç yüzüyle yeraltından yerüstüne çıkarıldı; medya 'Hizbulvahşet' diye manşetler attı; toplum uyarıldı ve uyandı. İslamcı kesimde bile tepkiler, tartışmalar, kaygılar oluştu. Terör örgütünün dehşeti halkı sarstı, aymazları silkeledi. Bu tür bir dehşet örgütünün devleti içinden ele geçirmesi elbette söz konusu doğildir; ancak Hizbullah Türkiyeyi Cezayir'e çevirmek tasarımının silahlı örgütü olarak tehlikelidir.
Fethullah Gülen'in örgütü ise devleti içinden ele geçirmek planlamasını uzun yıllardan beri sinsi sinsi yürüttüğü için tehlikelidir.
Üniversitelerde öğretim üyeleri arasında örgütlendiği için tehlikelidir..
Ortaöğretimde açtığı okullarda eğitim alanında uzun vadeli ve sabırlı bir hazırlığı geliştirdiği için tehlikelidir.
Askeri okullara sızmak ve polisi içinden lothetmek amacıyla uzun yıllardan beri alttan alta çalıştığı için tehlikelidir!..
Yurt dışında ve içinde iyi niyetli insanları kandırmak yolundaki etkinliğiyle başarı kazandığı için tehlikelidir...
Dini siyasete alet ettiği halde Başbakan Bülent Ecevit gibi bir yandaş bulabildiği için tehlikelidir...
Bir siyasal partiye dayanmadığı halde siyasal partiden bile daha etkili propaganda yapmak olanaklarına sahip olduğu için tehlikelidir...
Takıyye silahını her tür İslamcıdan daha ustalıkla kullanabildiği için tehlikelidir...
Medyada gazete ve televizyon olarak etkin araçlar kullanmasını bildiği için tehlikelidir.
Amerika'da, Balkanlar'da, Orta Asya'da kişi ve kurum olarak güçlü yandaşları olduğu için tehlikelidir...
Fethullah Hoca'nın kimliğinde daha sabırlı, daha taktikçi, daha esnek; görünüşte zavallı, ama içinden pazarlıklı bir lidere sahip olduğu için tehlikelidir.
Sırtını dünyanın egemen gücü Amerika'ya dayamak stratejisini ustalıkla uyguladığı için tehlikelidir."


Fethullah Gülen'in, amaçlarına sinsice ulaşmak için yaptığı önerilerin bazıları üzerinde birlikte düşünelim. Şöyle diyor Fethullah Gülen:

"Adliyede, Mülkiyede veya başka bir hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hâlâ bu sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir. Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım, keşfetmeleri lazım. Aşmaları lazım. Bu da meselenin diğer bir yanıdır. Kuvvet dengesi olmadığı bir yerde kuvvete başvurmayacaksınız. Teknik-taktik yerinde sizin kalbiniz önemli. Dıştan bizi bazıları korkaklıkla itham edecekler. Fırsat bulup, hep yolunuza devam ediyorsanız, yine orada o esnekliği gösterecek, o eksantriği kullanacak, geriye çekiliyor gibi yapacak, fakat adımlarınızı daha açıp ileriye gideceksiniz. İster Mülkiyede çalışan arkadaşlarımız olsun, ister Adliyede çalışan arkadaşlarımız olsun herkes için söz konusudur bu. Sivrilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok ilerlere gitme. Mutlaka riayet edilmesi lazım. Müslümanların belli bir noktaya ve kıvama gelecekleri ana kadar bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır. Erken vuruş diyeceğim çıkışlar yaparlarsa, dünya Cezayir'deki gibi başlarını ezer. Zayiata meydan verilmemeli. Bu açıdan bizim ister o dairede, ister diğer dairede arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir. Cezayir'i, Suriye'yi, Mısır'ı yaşamayalım. Çok dikkatli ve çok tedbirli, temkinli hareket etme mecburiyeti var. Bu hizmetin içinde bulunanlar, bu hizmete göre hizmet vermek isteyenler, her birisi dünyayı idare edebilecek birer diplomat gibi hareket etmeli. Kendi planında meseleleri çözdükten sonra, ülkesinde çözmeye çalışmalı. Bazı arkadaşlar birtakım cesaretli ruhları cesaretlendirmek, secaatlendirmek, birtakım ruhları heyecanlandırmak için belki kahramanca tavırlara da ihtiyaç vardır, diye düşünebilirler. Fakat ben kuvvet dengesi olmadığım için şahsen o yol yerine, böyle kendi düşüncemi yayma, kendi düşünce sistemim adına varlığı, her tarafı fethetme, ele geçirme yolunu şahsen tercih ederim. Hususiyetle öyle devlet memuru olarak arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar, fuzuli kahramanlık olur. Gereği yoktur o tür şeylerin.
... Başka kuvvetler var bu ülkede. Değişik kuvvetleri hesap ederek, böyle dengeli, dikkatli, tedbirli, temkinli yürümekte yarar var ki, geriye adım atmayalım.
... Zıplayacaksın yerinde, duruyor gibi yapmayacaksın. Müslüman durmaz yani. Hep akar, çağlar. Baktın ki koşamıyorsun, yerinde zıplayacaksın. İşler öyle hesap edilmeli ki, en kötü duruma göre, en handikap hale göro hesap edilmeli. Gerçekten adımlarınızı açarak, iyi bir maratoncu gibi koşacaksın. Ve hazırız, gerilimdeyiz, tam bir metafizik gerilim içinde, bir boşluk bulunca yeniden maratona geçeriz. Bazen hasımdan kaçmak bile çok önemli bir manevradır...
... Medrese zaviye gibi işleyen 'şarj evleri'... Bu evler meçhul evlerdir. Bu evler sizin bildiğiniz gibi evler, minaresi olan, ezan okunduğu zaman herkesin içine gittiği malum evler değildir. Meçhul ev. Kelime karakteristik olarak seçilmiştir. Belirsiz evlerdir. Bunlar belirli olamazlar, çünkü o evlere girip çıkıp insanlar yakın takiptedir. Elden geldiğince evde kamufle edilmelidirler. Benim kimseye bir şey tavsiye edecek durumum yok. İmana ve Kur'an'a hizmet düşüncesini evlerimizde gerçekleştirmeyi çalışıyoruz. Sizinde aşina olduğunuz Işık evlerinde, Işık komplekslerinde gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Arkadaşlarımız, tanıma imkanı ve fırsatını buldukları bu hizmeti benimsiyorlar, beğeniyorlarsa kendi dünyalarında da bu sistemi yaşayabilirler. Yanlış bir şey yapan, kirama ulaşılmadan özleriyle tam bütünleşmeden gereken mesafe alınmadan bir kısım erken huruç diyebileceğim çıkışlar yaparlarsa, Dünya başlarını ezer.
... Anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekmeden her adım erken. Kirama ereceğiniz ana kadar dünyayı sırtınıza alıp, taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz şeyler elinizde olacağı ana kadar, Türkiye'deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekeceğiniz ana kadar her adım erken sayılır. Biliyorum ki elinizdeki meyve sularının boş kutularını dışarı çıkarken çöp kutusuna attığınız gibi bu düşünceleri de açık olma yanıyla çöp kutusuna atıp gideceksiniz...
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:37 am

Jandarma Genel Komutanlığının Hizbullah Terör Örgütü ve Diğer irticai Faaliyetler adlı raporundan, Fethullah Gülen'le ilgili bir bölüm aşağıya aynen alınmıştır:

"Unutmamalı ki F.Gülen'in nihai hedefi ve rüyası, Türkiye liderliğinde İslam Birliği ve tanrının sözünü topluma egemen olmasını sağlamaktır.
Şifre, kendisinin ifadesi ile üç kademelidir. İman, hayat, iktidar. Said Nursi onlara göre imani dirilmeyi sağlamıştır. İçinde bulunulan safha ise imanı hayata geçirme ve yaşama safhasıdır. 'Altın Nesil' de iktidarı sağlayacaktır.
Cemaatın tüm çabası Türkiye'deki siyasal ve ekonomik güç dengesinde söz sahibi olmak ve ranta ortaklıktır.
İnsanlara yaklaşılırken 'Liberal İslam' anlayışı ile hareket edilmekte ve İslam'ın siyasal yüzünü göstermekten çok tüm insanları kucaklayan bir hoşçjöriı felsefesi olduğu lanse edilmektedir.
Üniversiteleri hedef alan çalışmalarında cemaatın herhangi bir şekilde Türkiye'de laik demokratik düzeni bozmaya yönelik bir maksadının olmadığı bilakis Türk insanını eğitme hamlesi olduğu tezi işlenir.
Bu maksatla Türk Cumhuriyetlerinde açtıkları okulların ve orada yetişen çocukların Türk kültürünü nasıl öğrendikleri konusunda hazırladıkları video kasetler kullanılır. Bu okullardaki gençlere rehberlik faaliyetleri adı altında cemaat öğretisinin verildiğinden hiç bahsedilmez.

Örgütlenme ve cemaate
adam kazandırma esasları:
Cemaat tek tip insan yetiştirme gayreti içindedir. Gerçi 1990'larda tahminlerin ötesinde büyüdüğü için bu amaç biraz sekteye uğramıştır.
Hedef kitle; ortaokulun son sınıfındaki ve liselerdeki öğrencilerdir. Çünkü bir gencin en cahil olmakla beraber en idealist olduğu devir bu çağdır.
Çocuğun aile durumu ve kişisel durumuna göre aylarca dinle ilgili hiçbir şey söylenmeyebilir. Yapılan şey bu gençlere bir abi gibi davranmak, ona derslerinde yardımcı olmak ve geleceğe ait planlarda yol göstermektir. Uygun ortam oluştuğunda cemaatin öğretisi verilmeye başlanır.
Genç, evinde ne kadar sorunluysa başarı oranı o kadar yüksektir.
İlk hedef büyümedir. Bunun da yolu okulların etrafında örgütlenmeden geçer.
Büyümenin iki yolu vardır: Okuyan gençler ve esnaf.
Gençler, cemaatın insan kaynağını; esnaflar ise lojistik ve para kaynağını oluşturur.
F.Gülen'e göre cemaatin lokomotifi Anadolu insanı ve himmetidir. Hiçbir dış katkı yoktur.
Belli bir zamana kadar cemaatin ana hedefi 'eğitim' olduğu için hep öğretmen yetiştirmeye çalışmışlardır. Cemaat büyüdükçe bu ihtiyaç yerini diğerlerine bırakmış, bugün sanatçısından mühendisine kadar toplumun her kesimini yetiştirme gayreti içindedirler. Ama ağırlık halen eğitim ve öğretmenler üzerinedir. Çünkü gençlerle buluşan tek meslek gurubu öğretmenliktir.
Harp okullarına ve askeri liselere sokulacak çocuklar gizlilik içersinde eğitilir. Bu çocuklar özel evlere giderler. Cemaat içindeki sorumlular dışında inanlar bu evlerin ne yaptığını bilmezler. Çünkü Cemaatın örgütlenemediği tek kurum askeriyedir. Son olarak İzmir Maltepe Askeri Lisesinden 3, Balıkesir Astsubay Okulundan 2 öğrencinin Işık evlerinde Nur eğitimi aldıkları, okulda dikkat çekmemek için abdest yerine teyemmüm etmeleri, namazı gözle kılmaları, oruç tutmamaları, konusunda talimat aldıkları okul bitene kadar kendilerinden bir şey beklenmediği tespit edilmiştir.
Eğitim, Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesindeki teşkilatlanmaları çok üst düzeydedir.
Üniversiteye hazırlanan gençlerin kendi dershanelerine gitmelerini sağlamaya çalışırlar. Üniversiteye hazırlık dershaneleri en verimli çalışan organlardır. Buralara büyük insan kaynağı ve parasal destek yapılmıştır. İstanbul'da FEM dershaneler, İzmir'deki Akyazılı bunlara birer örnektir.
Dershane binaları çok fonksiyonludur. Buralarda örgüt toplantıları da yapılır. Ayrıca, F.Gülen'in ikamet ettiği yerlerden biri de Altunizade FEM dershanesidir. Burada kendisine tahsisli bir oda vardır.
Ev ile hazırlık dershanesi ilişkisi çok önemlidir.
Cemaatın 90'lı yıllarda çok güç kazanmış diğer önemli bir organı da öğretim kurumlarıdır. Okullar yatılı olduklarından öğrencilere çok daha etkili olmaktadır.
Bu okul ve dershanelerdeki eğitim seviyesi, diğer okul ve dershanelerden daha yüksektir. Çünkü kadrolarında işi para için değil inandıkları için yapan bir çok gönüllü vardır.
Özellikle Fen liselerindeki örgütlenme çok önemlidir. En zeki çocukları yetiştiren bu okullar, cemaat için çok uygun bir genişleme sahası oluşturur.
Çocukların lise çağında hafta sonları gördükleri ilgi ve sıcak ev yemekleri bu çocukları cemaat elemanı yapmak için yeterlidir.
Bahsedilen evlerin dışında üniversite öğrencilerine hitap eden evler de vardır. Bunlar üniversitelerde yeni başlayan insanlara hizmet verir. Bu evlerin ilk amacı, cemaatın aktif elemanları yerine 'sempatizanlarını' yaratmaktır. Çünkü Fethullahçılar bu cemaatin belli bir zaman sonra 'cemiyet-toplum' olacağını hesaplarlar.
Işık evlerine arada bir, daha üst seviyeden 'abi'ler gelir ve cemaatın son durumu hakkında olsun, teşvik edici yüreklendirici konuşmalarda bulunurlar. Monotonluğu yok etmek ve her cemaat elemanının yukarıyla olan temasını kuvvetlendirmek için bu önemlidir.

Empoze edilen fikir ve düşünceler:
Fethullah Gülen'i ve cemaati tanıtan kasetlerde ve verilen vaazlarda sık sık yinelenen temalar kısaca şunlardır:
Türk insanı son yüzyılda İslamın özünden uzaklaşarak materyal ve ruhsal bağlamda geride kalmıştır. Tanrı inancından uzaklaşmak bu dünyada mutsuzluk ve tatminsizliği, öteki dünyada ise cehennem hayatını getirir. Türk insanını bu hatadan kurtarmak görevi ise yeryüzünde bu cemaatin omuzlarına Tanrı tarafından verilmiştir.
Harcadığınız her nefeste İslam dinine uygun yaşamalısınız.
Fen ilimlerini ve teknolojiyi öğrenmek gerekir. Ama bunun da amacı gelişme değil, Tanrı'ya daha çok yaklaşmaktır.
Yaşamın amacı, dolaylı veya dolaysız Tanrı'ya hizmettir.
Cemaatin dışında bir hayat cehennemdir. Ve cemaattan çıkan da bir daha iflah olmaz ve cehennemliktir.

Cemaatte hiyerarşik yapı:
Cemaatin muazzam bir hiyerarşik yapısı vardır ve Türkiye'de askerden sonra en iyi teşkilatlanmış örgüttür.
1990'lara kadar ana cemaat birimi onların 'dershane' veya 'ışık evleri' dediği, öğrencilerin ve onların 'abi'lerinin kaldığı evlerdir. Cemaatin 'iyi' elemanları hep buralarda yetişmektedir.
Her 'dershane' ve 'ev' bir bölgeye bağlıdır.
Her ev hacmine göre 5-6 kişiden oluşur ve evlere kimlerin dağıtılacağı 'Bölge İmamları' tarafından belirlenir.
Ayrıca her evin bölge imamları tarafından tayin edilmiş bir imamı vardır. Ev imamları genellikle yaşça daha kıdemli insanlardır.
Evlerde hayat özetle şöyledir:
Evin birincil amacı 'adam kazanmak' ve yeni kazanılan insanlara cemaat öğretisini empoze etmektir. Bu fonksiyonu yitiren evlerin kadrosu dağıtılır.
İkincil amaç, evde kalanların kendilerini cemaat öğretisi paralelinde devamlı yetiştirmeleri,
Üçüncül amaç da barınacak bir yer tedarik etmektir.
Evin her türlü ihtiyacı cemaat tarafından karşılanır.
Her evin sorumlu olduğu özel bir misyonu vardır.
Ev sakinlerinin hizmet dışı sokakta dolaşması tasvip edilmez. Çünkü sokak günahlarla doludur.

Hedef kurum ve kuruluşlar:
F.Gülen'e göre askeriye, mülkiye-hukuk ve eğitim, teşkilatlanması gereken ilk üç kurumdur.
Üst düzey bürokratlarla sıkı ilişkiler kurmak, içişleri ve polis teşkilatına sızmak cemaatin vizyonu içindedir.
Spor dünyasını bile ihmal etmeyen cemaat, özellikle Galatasaray Futbol Kulübündeki aktiviteleri ile biliniyor. Bu küçük örnek cemaatin politika belirleyicilerinin vizyonlarının genişliği ve hedeflerinin derinliğini göstermektedir.
Boğaziçi, ODTÜ ve Bilkent gibi üniversitelerde örgütün fakülte düzeyinde yapılanması kuvvetli değildir. Fakat bu üniversitelerde asistan veya doktora çalışması yapan cemaat mensupları mevcuttur.
YÖK ve MEB'in 5-6 sene önce bazaltını proje ile yeni üniversitelerin kadro ihtiyacını karşılamak için yurt dışına binlerce öğrenci gönderilmiştir. Bir öğrencinin devlete maliyeti senede 40.000 Amerikan dolarıdır. Her fırsatı değerlendirmekte usta olan cemaat bu fırsatı da çok iyi kullanmıştır. Yurt dışına gönderilen bu öğrencilerin çoğunluğu bu cemaate mensuptur.
Özel Üniversiteler bazında Fatih Üniversitesi onlarındır.

Gelir kaynakları ve sermaye gelişimi:
Esnaflar üzerindeki örgütlenme özellikle 90'larda artmıştır. Şu anda muazzam bir finansal güçleri vardır. 50 milyar dolara ulaşan İslami sermayenin % 50'sinin F.Gülen cemaatinin destekleyicilerine ait olduğu değerlendirilmektedir.
İlk zamanlarda esnaf teşkilatlandırılmamıştı. Bunların fonksiyonu cemaate parasal ve lojistik destek vermekti. Para toplama olayına 'himmet' denir ve en büyük yardım da Ramazan ayında toplanır. Cemaatin üst bir elemanı gelir, duygusal bir konuşma yapar ve insanlar bir sonraki ramazan ayına kadar verilmek üzere para veya mal taahhüt öderler.
Yeni bir strateji ile esnaf biraraya getirilmiş ve 1996 yılında İstanbul'da İŞHAD (İş Hayatı Dayanışma Derneği) oluşturulmuştur. Bu dernek ile esnafın eğitimi ve biraraya gelmesi sağlanmıştır.
Türk Cumhuriyetlerinin iş potansiyelinde en büyük pay onlarındır.
Anadolu Kaplanları denilen yerli girişimcilerin önemli bir kısmı Fethullahçıları destekler. Aralarında güçlü bir iş ortaklığı ve bilgi transferi vardır. Bu dayanışma dış ticarete de yansımıştır.

İbadet:
Evlerde namazlardan sonra sürekli ya Nur Risaleleri ile Fethullah Gülen'in kaleme aldığı kitaplar okunur ya da kasetler dinlenir veya izlenir. Sabah, akşam, yatsı namazları bunun için en uygun vakitlerdir.

Basın ve yayın faaliyetleri:
Medyanın öneminin farkında olan cemaat, bu konuda hem basın yayın elemanı yetişmesini teşvik etmekte, hem de finansman sağlamaktadır.
Zaman gazetesi, Samanyolu TV, Sızıntı, Yeni Ümit dergileri gibi 14 dergi, 25 radyo bu konudaki teşebbüslerindendir.

Cemaatin geleceği:
Türkiye'de silahlı kuvvetler olmasaydı, bugün hayalini kurdukları İslam devletini tesis etmiş olacaklardı. Şu anda Türkiye'de Fethullahçılar'la askerler arasında gizli bir satranç oynanmaktadır. Cemaatin askere bakışı bellidir. Askerliği her fırsatta övdükleri halde büyümeleri için önünde tek engelin de askerlik kurumu olduğunun farkındadırlar.
Yakın geçmişte Refah Partisi vo yandaşlarının uğradığı akıbetten ders alarak radikal davranmanın ne zararlar getirdiğini görmüş ve 'hoşgörü' felsefe ve politikasını cemaatin amblemi olarak lanse etmişlerdir. Analiz ve araştırmadan uzak Türk halkı ve küçük burjuvavisi bu maskeye hemen inanmış ve çabuk verilmiş kararlarla 'ılıman İslam' olarak gördükleri örgütü desteklemişlerdir. Ama örgütün diğer bütün dinci örgütlerden daha akıllı olduğunun ve kritik güce ulaşana kadar bu 'hoşgörü' maskesini taktiğinin farkında değildir."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:38 am

Ergün Poyraz'ın MNP'den FP'ye İhanet Belgeleri adlı eserden bazı notlar aşağıdadır:

"RP Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan 27 Mayıs 1994 yerel seçimleri öncesinde Arnsterdam'da Milli Görüşçülere hitaben yaptığı konuşmada, 'Meclisten yıkıldık, yine Meclis'ten dirileceğiz', 'hedefe varıyoruz, hem de çok ciddi bir şekilde varıyoruz', 'Allahım beni intikamına memur eyle', 'vereceğiniz her gulden düşmana kurşun olacaktır, her mark tüfek olacaktır' dedi. Ceylan ayrıca, 1974 yılında 'kelime oyunu' yaparak, İmam Hatip Okullarını, imam Hatip Liseleri haline dönüştürdüklerini, o zamanki Başbakan Bülent Ecevit'in de bunu desteklediğini belirtip, 'Büyük bir fırsat yakaladık. Bizim için en önemli problem, Harp Okulları'na girmekti. Kanun hazırladık, Ecevit de imzaladı ama Korutürk imzalamadı. Eğer kanun çıksaydı, karar almıştık İmam Hatip Lisesindeki 63 arkadaş, Hava Harp Okulu'na girecektik. Şimdi Pilot Binbaşı Hasan Hüseyin Ceyları Pilot Albay Recep Erdoğan olacaktık' dedi. Cumhurbaşkanının 5 vakit namaz kılmasının önemli olmadığını belirten Ceylan, 'Bana namazı değil, şeriat çizgisindeki yeri lazım adamın' diye konuştu...
Ecevit ilginç adamdı. Öztürkçe'yi çok kullanıyordu. Olanaklar, olasılıklar, ivedilikler bir yığın Öztürkçe. Recai Bey, İmar İskan Bakanı'mız. Meclis kulisinde yakaladı kendisini. Bak İmam Hatipler meselesi ile bağlantı kuruyorum olaya. Nasıl adı değiştirildi? Eskiden imam hatip okulu idi. İHO idi rozetler hatırlayın. İHL değildi. Niye İHL oldu biliyor musunuz? İşte bir kulis fıkrasından çıktı. O İHL, onu çoğunluğunuz bilmez. 'Sayın Başbakan, siz Öztürkçe'yi çok kullanıyorsunuz 'dediler. Ne güzel dediler. Güzelliğinden değil, adama bir şey öğretiyor tabi. Teşekkür ederim' filan dediler, ya bak şu şu şu değiştirilmiş. Hâlâ okul deniyor. Okulsa geri kalmış bir kavram. Niye lise olmuyor bunlar. Diğerleri lise olmuş da bunlar olmuyor. Tabi ya hiç aklımıza gelmedi' dedi Sayın Ecevit.
Ve Beyler! Bir önerge verin dediler. Onun maddesi Milli Eğitim Bakanlığı'nın Din Eğitimi Genel Müdürlüğü'nde var. Lise olmasına yönelik önerge verildi. Sayın Ecevit'in imzası vardır onda. İHO'dan İHL'ye... O'ya tekme vurduk. L geldi. Ama ne oldu biliyor musunuz? Türkiye'nin en büyük devrimlerinden birisi olmuştur. İmam Hatip Lisesi mezunları, ben eskiden 76 mezunuyum. İstanbul İmam Hatip'ten 76 mezunlarının hepsi bilirler. Yüksek İslam Enstitüsü'nden başka hiçbir yere gidemiyordu. Ankara İlahiyat Fakültesi, İmam Hatip Lisesi mezununu almıyordu. Şu hale bakın, lise mezununu alıyordu. Niye? Dinsizlik daha da çoğalsın. Bütün profesörler fötürlüydü. Öğlen tatilinde bizim Tefsirci de Hadisçi de, Fıkıhçı da tavla oynuyordu. Fakülte'de. Çok gariptir İmam Hatipli'yi de almıyorlardı. Niye almıyorlardı? İmam Hatip Okulu olduğu için almıyorlardı. Lise olmadığı için. O'ya tekme vurduk. Liseyi kuliste Ecevit'i tavladığın zaman lise olduktan sonra 76'dan itibaren İmam Hatip Liseleri Siyasal Bilgiler'e, Hukuk Fakültesi'ne, Tıp Fakültesi'ne, Uçak Mühendisliği'ne, İlahiyat Fakültesi'ne, Ekonomi'ye, işletme'ye, İktisat'a her yere girer oldu. O'ya tekme vurup L'yi vurdurmak bir kulis fıkrası bana göre Türkiye'nin en büyük devrimi olmuştur. Olay budur arkadaşlar!.." (s. 273)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:38 am

27.5.1993 tarihinde Mekke'de yapılan bir toplantıda Fazilet Partisi Bitlis Milletvekili Zeki Ergezen şunları söylüyor:

"İki Allah'lı, iki peygamberli millet olur mu? Yeryüzünde iki Allah'lı millet haline getirilmişiz biz. Bir tarafta kendi inandığımız Allah'ımız, kendi inandığımız ahretimiz ve peygamberimiz, diğer tarafta devletin bize zorla kabul ettirdiği laiklik.
Müslüman hem laik hem Müslüman olamaz. Bunu sade burada söylemiyorum. Zannetmeyin ki, Mekke'nin bu mukaddes topraklarında onların ajanlarından ve istihbaratlarından uzak olduğumuz için konuştuğumuzu zannetmeyin. Allah'a şükürler ediyoruz ve hamd ediyoruz, o Meclisle de ben ve kardeşlerim, defalarca artık Müslüman, hem Müslüman hem laik olamaz. Biz bu laiklikten kurtulmalıyız.
Müslüman hem laik, hem Müslüman olamaz. Bunu kabul ediyorlar, kabul ediyorlar da, ne hikmeti ilahi ise, belli yerlerden korkuyorlar...
Ben, her gittiğim yerde kadınları, hanımları görünce onlara diyorum ki; 'Ey analar, sizler evlatlarınızı yiğit yetiştirin. Korkak yetiştirmeyin. Çocuklarınız trafik kazalarında öleceğine, çocuklarınız Güneydoğu'da PKK olaylarında öleceklerine, çocuklarınız arazi davası sürdüreceklerine, henüz öyle evlatlar yetiştirin ki, Allah'ın nizamını savunmak için yetişsin. Allah'ın davasını savunmak için öldürülsün'..." (Konuşmanın tam metni için bakınız MNP'den FP'ye İhanet Belgeleri, s.366.)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:38 am

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile, The British Council'ün birlikte düzenledikleri Hukuk Devletinde Terör ve Örgütlü Suçla Mücadele sempozyumunda Amerikan Başsavcısı Lawrence D.Finder bildirisini sunduktan sonra, bu bildiriyi yorumlama görevi yaparken 16 Haziran 1995 tarihinde yaptığım konuşmadan bir bölüm aşağıdadır:

"1988 yılından beri İngiltere, radyo ve televizyon yayınlarına bir nevi sansür uyguluyor. Teröristin görüntülü resmini vermek yasak. Kendi ağzından konuşmasını vermek de yasak. Şimdi mesela Sinn Fein gibi IRA ile bağlantılı olduğunu bilinen ama gene de yasal bir partinin sadece terör değil, bize gelen bilgilere göre kadın hakları, posta hizmetleri ya da eğitim gibi konularda dahi temsilcileri TV'de konuşturulmuyor. Geçen yıl BBC'nin Haberler ve Güncel Olaylar Dairesi Başkanı Tony Hail ülkedeki TV ve radyo yayıncılarının terörle ilgili bütün gerçekleri aktarabilme olanağını kısıtlayan yasanın yeniden gözden geçirilmesi zamanının geldiğini savundu. Eski Kuzey İrlanda Bakanı ve şimdiki Kültür Bakanı Peter Brovvn'ın cevabı ilginç: 'Terör örgütleriyle onların taraftarlarının halka hâlâ silahlı mücadeleyle adam öldürmeyi meşru siyasi araç olarak gördüğü bir ortamda söz konusu yayın yasağını kaldırmayı düşünemeyeceklerini' söyledi Peter Brown. Bu yaklaşım demokratik bulunmayarak eleştirilebilir. Jery Robin 'Do it' adlı eserinde 'Bir renkli televizyon aleti olmadan ihtilalci olamazsınız, o bir tabanca kadar elzemdir' diyor. Berlin polis şeflerinden Klaus Türner Terörizm, kitle medyasının, gazetelerin, radyo ve televizyonun suikastlere verdiği aleniyet olmadan tasavvur edilemez. Medya ile teröristler arasında zımni bir ittifak var gibidir. Teröristler kitle medyasına yeni okuyucu ve dinleyici kitlesi kazandıran ilginç bir malzeme sağlamaktadırlar. Buna karşı kitle medyası da kamuoyunun teröristlerin ciddiye alınması için ihtiyaçları olan aleniyeti sağlamaktadır' diyor. Avrupa Konseyi'nin kabul ettiği 852 numaralı tavsiye kararının 10. paragrafında Teröristlerin eylemlerini anlatan medyalar halkın enformasyon hakkı ile eylemlerine haketmedikleri bir aleniyet sağlayarak teröristlere yardımdan kaçınma gereği arasında adil bir denge kurmak için bir otokontrol kurmak mecburiyetini göz önüne almalıdırlar' diyor. Hep bu sakıncayı vurgulamışlar. Kanada Ceza Yasası'nın 281. maddesi, Federal Almanya Ceza Yasası'nın 131. maddesi, İspanya'da tedhişçiliğe karşı kararname'nin 4. ve 19 . maddeleri şiddet hareketlerini yüceltici, tedhiş gruplarını tahrik edici ve devlet düzenini yıkıcı hareketlerin yayımlanmasını belirli kurallara bağlamıştır. Ülkemde ise maalesef televizyon kanallarından çoğu hu kuralların hiçbirine uymuyor. Nerede ise PKK lideri Abdullah Öcalan'ın günlük emirlerini yayımlayacaklar, bu gidişe dur diyebilecek maalesef bir otorite de yok.
... Sözlerimi Soljenitsin'den, onun yazdıklarından bir pasaj okuyarak bitirmek istiyorum: 'Demokrasiler tarihin uçsuz bucaksız nehirlerinde kaybolmuş adalardır. Su daima yükselir, tarihin en basit kanunları demokratik toplumlara karşıdır. Dünyanın kaderi hiçbir zaman böylesine insana bağlı kalmamıştır. Ben öyle sanıyorum ki insanoğlu için ilk kaide yalanı kabul etmemesidir. Gerçeği söylemek demek, özgürlüğe yeniden hayat kazandırmak demektir. Modaya, menfaatlere ve baskılara aldırmadan gerçeği söylemek, bildiğini söylemek, doğru olmak ve onu durmadan tekrarlamak. Batının geleceğini düşünüyor ve korkuyoruz. Çünkü 70 yıl önce yaşadıklarımızı burada da görüyorum. Çocuklarının düşüncelerine boyun eğen büyükler, değişik fakat değersiz düşünceler içinde eriyip giden genç kuşaklar. Moda dışında kalmaktan korkan profesörler, devrimci aşırı uçlara duyulan sempati, mahkûmiyet hükmü giymişçesine susan çoğunluk, zayıf hükümetler, kendilerini koruyacak mekanizmalara felç olmuş toplumlar. Bütün bunların sonucunun ne olduğu bizler tarafından biliniyor."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:39 am

Notlarıma tamamını aldığım ender yazılardan biri, Tamer Bacınoğlu tarafından yazılmış. 6 Temmuz 1999 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan Türkiye'de Alman Vakıflarının Marifetleri! başlıklı yazıda şöyle deniyor:

"Federal Almanya'da Türkiye'ye yönelik 'kültür hizmetleri' büyük ölçüde vakıflar aracılığı ile gerçekleştirilir. Söz konusu hizmetler, 'Türk halkına ve politikacılarına demokratik tartışma kültürünü öğretmek'ten 'Elmalı kereste sanayisini teşvik'e, 'özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi dersleri'nden 'gazeteci eğitimi'ne kadar çok renkli bir programı içerir. Türkiye'de 'araştırma kurumu' kisvesi altında çalışmalarını sürdüren Alman vakıflarının hemen hemen tamamı parti vakfıdır.
Aşırı sağcı CSU ve sözde solcu PSD dışında Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan dört partinin tamamının Türkiye'de vakıfları vardır. Ülkemiz ile ilk ilgilenen, Almanya'nın en büyük partisi CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı olmuştur. 1984'te şubesini açmıştır. SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı'nın İstanbul'a gelişi 1988'de olmuştur. Bunu, 1991'de FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı izlemiştir. Birlik 90/ Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfı da doksanlı yılların ortasında İstanbul'da faaliyete geçer.
Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan partilerin vakıflarının tümü, federal hükümetin 'Politik Eğitim Fonu'ndan finanse edilmektedir.
Yurtdışı etkinlikleri de yine yüzde yüz federal hükümetçe karşılanır. Konunun uzmanlarından sosyolog Ute Paschner'e göre Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO'lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir.
Alman Dışişleri Bakanlığı'nm elimize geçen bir yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür 'kamuflaj projeleri' kullanılabileceği üzerine bir dizi 'pratik örnek' verilmektedir. 'Politik vakıflar'ın bu bağlamda 'diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları' en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.
Ankara ve İstanbul'da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizm'in iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil, 'yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti' olduğunu kanıtlamayı amaçlar.
Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: A - 'Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak' ve buna paralel olarak 'Kürtçü gruplar' ile Almanya arasında köprü kurmak. B- 'Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslamcıları biraraya getirmek' ve buna paralel olarak 'İslamcılar' ile Alman devleti arasında köprü kurmak. C- 'Alevilerin aşırı İslama karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak.'
İkinci maddedeki etkinlikler, 'Türkiye'de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak' amacıyla, Almanya'da adı var, kendi yok 'federal sistem'i Türkiye'ye tanıtmayı hedefler. FDP'nin Friedrich Naumann Vakfı 'federalizmi tanıtma' çabalarını genelde Batı Anadolu'da yürütürken, Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfı 'federal yönetimin nimetlerini' Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir.
Yeşiller'in bu vakfı şu sıralar, Türkiye'nin etnik çetelesini tutmakla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi 'araştırma' enstitüleri ile ortak çalışmakta. SPD'nin Friedrich Ebert Vakfı da, daha 'global' bir yaklaşımla 'Türkiye'de sivil toplumun kurulabilmesi' için çaba gösterirken, daha çok 'ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı'nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye'de 'İslamı demokrasiyle barıştırmak' yolunda en kapsamlı projeler ise CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı'nca yaşama geçiriliyor.
Vakıf ajandasının üçüncü maddesi 'yerli köprübaşları oluşturmayı' öngörür. Almanya'ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman 'kalkındırma yardımı', bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak artırılmaktadır.
Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır.
Vakıfların tek merkezden yönetildiğine, birbirleriyle oldukça karışık ilişkiler içinde oldukları üzerine bir örnek verelim. Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şefi, Alman ordusu kökenli Dr. Wulf Schönbohm, vakfın aylık dergisinin Ağustos 1997 sayısında, sekiz yıllık eğitim reformuna 'Türk ordusunun İslam düşmanlığı' derken Türkiye Cumhuriyeti'ni de, 'kuruluşundan günümüze İslamın inanç esaslarını ve dini duyguların belirtilmesini ezmek' ile suçlamıştır.
Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı'nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach'tır.
Daha önce Almanya'nın Paris'teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştır. 1971-1975 yıllarında 'Ortadoğu Masası' şefi olduğu Ebenhausen Vakfı'nın Alman dış istihbarat örgütü BND'ye yakınlığı bilinir.
Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi sanırım Steinbach'tır. 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi'nin çağrısı üzerine verdiği 'İslamın Avrupa için önemi' konferansında şöyle demiştir: 'Sorun, ******'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye'de yaşanan Kürt-Türk, Müslüman/laik, Alevi/devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu ****** nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez...' Alman devletinin finanse ettiği Steinbach'ın enstitüsünün Türkiye'de bağlantısı olmadığı Alman vakfı ya da 'araştırma kurumu' yoktur.
Örneğin Steinbach'ın elemanlarından 'Alevilik ve Kürtlük uzmanı' Heidi Wedel, hem SPD'nın Friedrich Ebert Vakfı ile yakın ilişkidedir, hem de Amneaty International adına Türkiye raporları hazırlar. Alman Doğu Enstitüsü'nün İstanbul şubesi bünyesinde 'Gazi Mahallesi araştırması'nı da yapmıştır. Bu enstitü, Türkiye'de çalışan tüm Alman vakıflarına 'bilimsel' yol göstericilik görevini üstlenmiştir.
CDU'nun Konrad Adenauer Vakfı, 'Türk gençlerinde dini yaşantı yoğunluğunu' ele alan son 'bilimsel' araştırmasında, Türk gençlerinin 'ezici çoğunluğunun, devletin Müslüman kadınların giyimine karışmasına karşı olduğu'nu kanıtlamış. Araştırmada, 'gerçek laikliğin türbana devlet dairelerinde, parlamentoda da izin vermesi gerektiği' savunuluyor. Frankfurter Allgemeine gazetesinin Ankara muhabiri Horst Bacia da bu araştırmaya gönderme yaparak Merve'yi savunurken, 'Kemalist fosiller'e de veryansın ediyor. Aynı gazetenin İstanbul, muhabiri Rainer Hermann da, Alman Doğu Enstitüsü'nün dergisi 'Orient'te, kimi hoca efendileri 'artık eskimiş Kemalizmin yerini alması gereken umut işaretleri' olarak övmektedir.
Merkezi Bonn'da olan ve kurucuları arasında Alman Federal Parlamento üyelerinin de bulunduğu Şeyh Said Vakfı'nın da (1996) çalışmaları doğrudan ülkemiz ile ilgilidir. Şu anda Türkiye'de şubesi olmayan vakıf, amaçlarını şöyle açıklamaktadır: 'Almanya'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak... Kürt halkı ile Alman ve Avrupalı halklar arasında diyalogu geliştirmek... Kürdistan'daki savaş kurbanlarına destek sağlamak... Almanya'da yaşayan Kürtlerin yaşam standardının yükselmesi için çaba harcamak... Kürt çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak...' Vakfın Başkanı Ali Homam Ghazi, 'Apo'nun Bonn temsilcisi' olarak tanınır. Daha önce sözü geçen Udo Steinbach'la da çok yakın ilişki içinde olduğu bilinir. Kurucu üyelerden Heinrich Lummer ise Alman Parlamentosu'nda CDU milletvekilliği ve Berlin İçişleri Senatörlüğü görevlerinde bulunmuştur. Şeyh Said Vakfı kurulmadan önce, 1995 yılında, Abdullah Öcalan ile ikili görüşmeler yapmıştır.
Almanya kökenli vakıflar, laik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ni dıştan ve içeriden kuşatmaya alma çabasında.
Tümü de, 'biz NGO'yuz' diyor. Ancak 'sivil toplum', 'küresel ekonomi' ve 'insan hakları' için uğraşı verdiklerini iddia ederken, 'Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır' da diyebiliyorlar. Hepsi de 'dost ve müttefik Almanya' hesabına çalışıyor. Söylev'deki 'Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette...' sözlerini hep anımsamalıyız. Son olarak birkaç ay önce yine İstanbul'da Robert Bosch Vakfı'nın şubesi kuruldu. Bu son gelişmeden daha hiç kimsenin haberi yok."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:39 am

Şükrü Elekdağ, Milliyet gazetesinde yayımlanan İslam ve Demokrasi başlıklı makalesinde şu bilqileri veriyor:

" 'İslam ve demokrasi' konusu, bu ayın başında İstanbul'da Çırağan Sarayı'nda toplanan Yeni Atlantik Girişimi'nin 'İstanbul Konferansı'nda, Atlantik'in ıkı kıyısını ilgilendiren diğer birçok sorun arasında ele alındı ve bu panelde tartışıldı. Konferans, ABD ve Batı Avrupa ülkelerinde 'fikir lideri' niteliği taşıyan çok sayıda saygın gazeteci, yazar, akademisyen ve siyaset adamını biraraya getirmesi ağısından etkileyiciydi.
Panelde, 'İslami bir demokrasi mümkün mü?' konulu bir konuşma yapan ABD'li araştırmacı Peter Rodman, Profesör Bernard Lewis ve diğer bazı akademisyen ve yazarların eserlerinden de alıntılar yaparak, 'temsili hükümet ve kişilerin devlete karşı hakları ile Batı'nın çoğulculuk ve hukuk geleneğinin... İslam dünyasında herhangi bir köke sahip olmadığını' belirtmek suretiyle, İslam dünyasında demokrasinin doğup büyüyebileceği konusundaki karamsarlığını ortaya koydu.
Rodman tezini, Profesör Lewis'in 'Liberal demokrasi, çok yaygınlaşmış olsa da... kökünde Batı'nın bir ürünüdür. Böyle bir sistem başka hiçbir kültür ortamında doğmamıştır. Diğer kültürlere sonradan aşılanan veya bu kültürlere uyarlanan demokratik sistemin uzun süre yaşayıp yaşamayacağını zaman gösterecektir' yolundaki görüşüne dayandırmaktadır.
... Rodman, ayrıca, totaliter solun çökmesiyle birlikte dünyada demokrasiye yöneliş kuvvetlenirken, bu gelişmenin Ortadoğu'ya yansımamasının nedenlerini şöyle izah etti: 'Sovyetler Birliği tarafından desteklenen radikal sola karşı sürdürülen mücadele tam kazanılmışken Ortadoğu'da oluşan ideolojik boşluk devrimci İslam şeklinde değişik bir radikalizm türü tarafından dolduruldu... Bu dini bir inanç olarak İslam değil, İslam temalarını çağrıştıran, radikal ve Batı karşıtı bir politik ideolojidir. Dinle devletin ayrılmazlığı ve kültürel üstünlük ilkelerinden hareketle kitlelerin seferber edilmesini amaçlayan bu siyasal İslam totaliter bir yaklaşımı yansıtmaktadır...'
Rodman'a göre, her devrimin bir ömrü vardır. Marksizmin çöküşünün nedeni, ekonomik açıdan tıkanmasıdır. Siyasal İslam'ın da, sosyal ve ekonomik sorunlara çözüm getirmek için kullanabileceği bir ekonomik kuramı yoktur. İran ekonomisinin perişan durumu bu görüşleri doğruluyor. Devrim ideolojisinin çökmesi için İran'da Marksizm örneğinde olduğu gibi 74 yıl beklemek gerekmeyecektir.
Tartışmalarda, Rodman'ın yaklaşımına pek karşı çıkan olmadı. Ayrıca İslam ülkelerinde demokrasinin evrimsel bir değişimle kök salmasının mümkün olmadığı yolundaki görüşler de geniş kabul gördü. Bu bağlamda, Amerikalı yazar David Pryce Jones'un şu ifadeleri dikkat çekti: 'Demokrasi fidanı, ancak sağlam bir laiklik zemininde kök salar ve yeşerir. İslam dünyasında böyle bir zemini ancak ****** yöntemiyle oluşturabilirsiniz. Başka yolu yok!'"
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:40 am

Ergün Poyraz tarafından gerçek belgelere ve görüntülü kasetlere dayanarak hazırlanan ve 1996 yılında yayımlanan Refahın Gerçek Yüzü adlı eserde, Sultanbeyli Belediyesinde 'Cenaze İmamı' olarak çalıştığı anlaşılan, ancak kamuoyunda Sultanbeyli Belediyesi Mezarlıklar Müdürü olarak bilinen İmdat Kaya'nın;

"Anayasa Mahkemesi'nin başındaki Ebu Cehil kılıklı adam, 'Laik olmayanlar insan değildir.' dedi. O öyle dedi de Yargıtay'ın başı ne dedi? Bundan on beş sene önce Yargıtay'ın başındaki adam 'Aslında Allah'ı da insanlar yarattı' dedi. Bu kahbe kâfir geberince Ankara, Maltepe Camiine getirildi. Şimdi Çankırı Milletvekili olan İsmail Coşar, Türkiye Din Görevlileri Federasyonunun Başkanı ve o camiin imamı idi.'Arkadaşlar, Kardeşler, Allah'ı da insanlar yarattı dediği için bu kafirin namazı kılınmaz' dedi. Kulağı sağır paşa askerleri kullanarak namazı kıldırttı. Birinci kıldırışı beğenmedi. İkincisini bir avukata kıldırttı. Kimbilir içinden ne okudu. Ah ben kıldırsaydım neler okurdum.
İnşallah biri bana düşer, cenazesini akord süpürgesiyle hem de iyi hortumla yıkarız.
Böyleleri size düşerse namazlarını kıldırmayın. Laik demokrat kafalı insanların namazı kılınmaz. Zorlarlarsa karşı da gelmeyin. Cenazesini yıkamak için yanınıza gelenlere yasaktır diyerek, kimseyi almayın. Artık başbaşasınız onu orda bir güzel hallettikten sonra pamuk kullanmayın bizim memleketimizde budaklı odun çok." dediği yazılıdır (s.135).
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:40 am

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Adalet Bakanlığı görevini yaparı büyük İslam bilgini Seyyid Bey, hilafet konusunda görüşlerini açıklarken şöyle demiştir:

"İslam tarihine aşina olanlar bilirler ki, Emevi halifelerinin yapmadıkları zulüm ve sefihllik, Peygamber evlatlarına reva görmedikleri zulüm ve alçaklık kalmamıştır. Abbasi Devleti ise, tamamen zulüm, yolsuzluk, kahr ve galebe üzerine kurulmuştur. Yalnız Ebu Müslim Horasani'nin Emevi hükümeti taraftarlarından öldürdüğü ve telef ettiği insanların sayısı altıyüzbine ulaşmaktadır. Abbasi halifelerinin ilki olan Seffah'ın amcası Abdullah b. Ali, Şam'ı istila ettiği zaman ahaliyi öldürtmüştü. Birlikte yemek yemek üzere davet ettiği şehrin ileri gelenlerinden doksan kişiyi sopalarla öldürttü. Bazıları henüz can çekişmekte ve hırıltıları işitilmekte iken üzerlerine sofra kurdurarak üzülmeden ve sıkılmadan yemek yedi. Şam'da Emevi halifelerinin kabirlerini açtırarak, bulduğu naaşları ve kemikleri yaktırdı. Bu Abdullah b. Ali'nin kardeşi Süleyman b. Ali de Basra'da Emevilerden eline geçenleri öldürdü ve cesetlerini sokaklarda sürüttürdü. Sonra da meydanda bırakarak köpeklere yedirdi. En muteber İslam tarihlerinde bu olaylar bu şekilde kayıtlıdır. Hatta merhum Cevdet Paşa'mn Tevarih-i Hulefa adındaki tarihine bakarsanız sözlerimin doğruluğunu kabul edersiniz. Osmanlı halifelerinin ise, saltanata olan hırs ve temahlarından dolayı nice masum ve günahsız şehzade kanı döktükleri bilinmektedir.
İslam dünyasının bize olan yardımı bilmiyorum, gerçekten var mıdır? Efendiler, beş on lira vemekle ona yardım denmez. Vaktiyle İstanbul'da 'Cihad Fetvası' yayımladığı zaman İslam dünyasından hiçbir kabul ve katılma sesi çıkmadı. İrak'ı, Suriye'yi ve hatta hilaefet merkezi sayılan İstanbul'u işgal eden ordular Hindistan'ın Müslüman askerlerinden meydana gelmekte idi. Beni, Arabyan hanında bir odaya kapayarak başımda nöbet bekleyen Müslüman Hind askeri idi. İçimizde Şeyhülislamlık yapmış olan kişi de beraber Malta'da esir yaşadığımız zaman İslam dünyasının hiçbir tarafından bize yardım eli uzatılmamıştı. Efendiler, kendimizi aldatmayalım, gerçeği olduğu gibi görelim ve görmeyenlere de gösterelim."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:40 am

1999 yılında yayımlanan, Cengiz Özakıncı'nın yazdığı United States Of İRTİCA 1945-1999 adlı kitaptan notlarıma aldığım bazı bölümler aşağıdadır:

"Kimi sayısal saptamalara göre, bugün Türkiye'de bilimgüder (laik) demokratik cumhuriyet düzenini kötüleyerek yığınlara din devleti özlemi aşılayan 5854 eğitim kurumu, 124 radyo, 41 televizyon, 5200 yerel gazete ve dergi, 4500 vakıf, 40 vali, 89 vali yardımcısı ve 300 kaymakam işbaşındadır ve devlet yönetiminde görev alan atanmış kişilerin azımsanmayacak bir yüzdesi irtica örgütlerinin üyesidir.
... Terör örgütlerinin Türkiye'ye yönelik eylemlerinde işbirliği yaptıkları bir kez daha ortaya çıktı. Türkiye Cumhuriyeti'ni 'ortak düşman' ilan eden terör örgütleri, İBDA-C, PKK ve TİKKO, Bayrampaşa Cezaevi'nde eylem birliği için protokol imzaladı. Emniyet güçlerinin ele geçirdiği ve sorumluları hakkında soruşturma açtığı protokol şöyle:
Türkiye Cumhuriyeti bize karşı topyekün bir saldırıya geçti. Biz de Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı saldırıya geçeceğiz. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti bizim düşmanımızdır, bu ortak düşmanımızdır. O halde, biz de ortak mücadele vereceğiz. Onun için de saldıracağız.'
Terör örgütlerinin imzaladığı bu kanlı protokolün ardından, eylemlerin hızlandırıldığı, saldırıları İBDA-C'nin Kürt İntikam Tugayı isimli kolunun PKK adına gerçekleştirdiği bildirildi."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:40 am

Fethullah'ın Gerçek Yüzü adlı kitaptan notlarıma aldığım bir başka bölüm (s. 181):

"MÜSİAD'ın eski Genel Başkanı Erol Yarar'ın Zehra Vakfı'nda yaptığı konuşma bu insanların amaçlarını bir kere daha gözler önüne sermektedir:
Bu işin kilidi Türkiye'dir. İslam ümmetinin sancağı buradan kalkacak, Allah'ın izniyle... Hadis-i Şerif söyledi arkadaşlar... Hilafet sancağı nereden düşerse oradan kalkacak.
... bak hep dünyayı düşündürüyor Allah. Bize öyle vizyon vermiş. Köyümüzü, kasabamızı, bölgemizi değil, dünyayı kavramak, Allah'ın arzından hakikaten, Allah'ın bir halife yaratacağı temsilci... Allah'ı temsil eden, Allah'ın arzını temsil eden bütün yakasını düşünen; kuzey, güney, batı böyle bir kavrayış, Allah lütfetmiş. İşte bunu takip etmek buna göre gitmek, buna göre çalışmak, işte Zehra Vakfı!.. Medreset-ül Zehra'dan çıkan talebelerdir. İnşallah bu vizyonla çıkması lazım. Medreset-ül Zehra; Allah inşallah Said-i Nursi hazretlerinin o güzel ifadeleriyle buyurmuş oldukları o Medreset-ül Zehra'yı kurmayı ve böyle bir vizyonu bütün bir dünyayı yönlendirecek vizyonu gençlerimize aşılamayı nasip etsin. Bütün temennimiz budur.
Bakalım sancak ne zaman göklere dikilecek?.. Onun içinde Medreset-ül Zehra'nın talebeleri de olacak. Bir bakacağız ki, Allah'ın izniyle İslam Ordusu'nda!.."
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:41 am

Ergün Poyraz'ın yazdığı MNP'den FP'ye İhanet Belgeleri adlı kitaptan aldığım bir not (s. 196):
Şevket Kazan, Ocak 1993'te Bayrampaşa Cezaevi'nde yatmakta olan İBDA-C üyelerinin lideri Kazım Albayrak'a bir telgraf gönderdi.

"İstanbul Milletvekili Avukat Ali Oğuz bugün ziyaretinize gelecektir. Sizleri dinleyecek ve haklarınızın korunması için gerekli girişimleri yapacaktır.
Geçmiş olsun dileklerimi iletir, selam ve sevgilerimi sunarım.
Şevket Kazan
Refah Partisi Grup Başkanvekili
Kocaeli Milletvekili"

Bu telgrafın hemen ardından Refah Partisi İstanbul Milletvekili Ali Oğuz, Bayrampaşa Cezaevi'ne gitti. Taraf Dergisi'nde belirttiğine göre, İBDA-C liderlerinden Kazım Albayrak ve arkadaşlarıyla görüşen Refah Milletvekili, "Refah'ın İBDA-C ile ilgilenme kararı aldığını. her türlü yardımı sağlayacaklarını, İBDA-C davası için İstanbul DGM'ye uğradığını, Başsavcı ile görüştüğünü, davanın yakında açıklanacağına söz verdiklerini" söyledi. Ayrıca Bayrampaşa Cezaevi Başsavcısı ile görüşen Ali Oğuz, "İBDA'cıların tüm ihtiyaçlarının karşılanması konusunda özel ilgi" rica etti.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:41 am

Yine Dünya'da ve Türkiye'de Siyasal İslamcılık adlı eserden (s.267, 426) aldığım bazı notlara burada değinmek istiyorum:

Ülkelerinde İslam devleti hedefine ulanmamış islamcılar için içinde bulunulan dönem, Hz. Peygamber'in Mekke dönemine benzer. Bu dönemi yaşayanların ülkesi de bir bakıma Daru'l Harb'dir. Cihad Yurdu anlamına gelen bu kavram, İslam hükümlerinin uygulanmadığı ve Müslümanların güvenlikte olmadığı ülkeleri tanımlar. Daru'l Harb olan bir ülkede, Cihad yerine hile yoluna gitmek ve Müslüman olmayanlara karşı 'barış içinde birlikte yaşamayı kabul etmiş görünmek' gerekir. Bu amaçla Takıyye yapmak ve asıl maksadı bir süre gizlemek Şiilere göre dinsel bir farz hükmündedir. Sünnilerde ise bu durum, siyasi bir zorunluluk kabul edilir.
Türkiyeli İslamcıların bu konuda kullandıkları fetvalardan birisi Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi'ye aittir. Ona göre; "Türkiye'de kurulan Demokratik Laik Cumhuriyet, medeni kanunu kabul etmek suretiyle, İslam fıkhını yürürlükten kaldırmış ve diğer hususlarda da, Avrupa'dan getirilen kanunlarla hükmetmeye başlamıştır. Bu sebeple Daru'l Harb'e dahil olmuştur."
... Kısa zamanda çok sayıda İlahiyat Fakültesi'nin açılması, büyük bir öğretim elemanı ihtiyacını da beraberinde getirdi. Önceki mezunlar ile doldurulmaya çalışılan kadrolara, hemen her cemaatten ilahiyatçılar yerleştiler. Neticede İlahiyat Fakültelerindeki bilim ve öğretim seviyesi düştü. Siyasal İslamcı hareketler bu kez İlahiyat Fakültelerine yerleşme yoluna gittiler.
Türkiye'de İslamcı hareketin gelişmesine paralel olarak bu alanda kullanılan 'Fundamentalizm' ve 'Köktencilik' gibi kavramlar da sıkça kullanılmaya ve tartışılmaya başlanmıştı. İlahiyat Fakültelerinin önde gelen bazı öğretim üyeleri İslamcılara yöneltilen Fundamentalist ve Köktenci tanımlamalarını kendilerine göre yoruma tâbi tutuyor ve savunuyorlardı.
Bunlara göre Fundamentalist kavramının kaynağı Hıristiyan dünyasıydı ve "Dinin temellerine tartışmasız inanan ve uygulamaya çalışanları" ifade ediyordu. Bu açıdan bakıldığında, aslında dinlerinin gereğini yapmaya çalışan bütün Müslümanlar birer fundamentalist idi. İlahiyatçı Prof. Dr. İ. Süreyya Sırma bakınız bu konuda neler söylüyor:
"Bugünkü İslam dünyasındaki fundamentalizm anlayışına gelince: Kanaatimiz odur ki; Müslümanlar için kullanılan bu tabiri en iyi anlayanlar, dinsizler/laikler; onu anlamayanlar, ya da anlamak istemeyenler de Müslümanlardır. Yukarıda bir nebze bahsettiğimiz gibi 'dini fundamentalizm'; dini, asıl kaynaklarına dayanarak ve de hiç bir şekilde, inançta olsun, amelde olsun taviz vermeden yaşamak istemektir. Dört-beş sene öncesine kadar radikal diye adlandırılan, bu İslam'a tavizsiz yaşamak isteyen Müslümanlara, bir kaç senedir; fundamentalist denmeye başlandı. O halde Müslümanların dışındakiler onları fundamentalistler diye tanımlarken, 'İslam'ı en mükemmel ve mümkün olduğunca eksiksiz ve tavizsiz yaşayan Müslümanlar' demek istiyorlar. Asıl ve temel (fundamentalizm) dururken, neden asılsız ve temelsiz, laisizm kokan bir din anlayışını sahipleniyorsunuz da ardından 'ben ehli Sünnet itikadında Şeriatçı bir Müslümanım' diyorsunuz. Ehli Sünnet'lik, temelsizlik, devletsizlik midir? Ebu Hanife tabi olduğu Devlet'e karşı ayaklanırken, köktenci değildi de neydi?" (Yeni Dünya Düzeni ve Fundamentalizm, Prof. Dr. i. Süreyya Sırma, s. 72.)
Bir başka İslamcı, bu konudaki genel tavırlarını şu şekilde özetliyor ve "Evet İslam gelirse bir daha gitmeyecektir", "İslam toplumunda yönetim alternatifleri yine Müslümanlar içinden çıkacaktır," diyor:
"İşte ancak böyle tevhidi çizgide, düşünsel ve kültürel planda bir değişim sonucunda Islnm gelecektir. Ve hiç şüphesiz geldiğinde de bir daha gitmeyecektir. Tıpkı laikliğin 70 yıldır gitmediği ve gitmek de istemediği gibi...
Nasıl ki bugün, laik-demokratik sistemde yönetim ve rejimin niteliği aynı kalmak şartıyla, bu şartı benimseyen laik ve demokratik partiler programlarını topluma sunup da yönetime talip oluyorlar ve iktidara gelince de sistemi ve değişmesi teklif dahi edilmeyen ilkelerini veri olarak kabul ederek, mevcut sistem içinde kalarak toplumun işlerini yürütmeye çalışıyorlarsa, aynı şekilde İslam toplumu kurulduğunda da bu İslami sistem veri olarak, ön şart olarak kabul edilecektir. İslami benimsemiş mümin insanlardan oluşan farklı kadrolar, İslama göre hazırladıkları alternatif projeleri topluma sunup yönetime talip olabilecekler ve iktidar olunca da toplumun işlerini mutlaka Allah'ın hükümleri çerçevesinde yürüteceklerdir.
Yani İslam toplumu kurulunca, İslami sistem sürekli olacak, ancak değişik İslami kadrolar tarafından, yönetimin yine İslam çerçevesi içindeki alternatifleri, alternatif ekonomik ve sosyal projeler oluşturabilecek, bu projeleri topluma sunarak destek isteyebilecek, ümmetin teveccühüne mazhar olan kadrolar iktidar olabilecektir... İslami esas almayan plan, program ve projeler savunulamaz, propaganda edilip bunlara destek (oy) istenemez." (İslami Şahsiyet ve Toplumsal Değişim, Mehmet Pamak, s. 259 ve devamı.)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:42 am

Yesevîzâde tarafından yazılan ve henüz yayımlanmamış Şeriatçı Beşinci Kol adlı eserden Humeyni'ye ilişkin olarak aldığım notlar aşağıdadır:

"İBDA-C'den sonra -1978 yılında İran'da pek kanlı bir ihtilalle Totaliter Şeriatçı İktidarı tesis eden ve yıllarca kan ve gözyaşı içinde zulümle hüküm süren- diktatör Humeynî'den iktibas ettiğimiz aşağıdaki pasajları da okuyunca görüyoruz ki Şeriatçılığın Sünnî varyantı da, Şiî varyantı da totaliter teokratik iktidar mücadelesinde hep aynı 'beşinci kol' stratejisini takib etmektedirler. Yani:

MEVCUT DÜZENİ CAN DÜŞMANI BİLEREK ONU TOPYEKÜN REDDETME, KANUNLARA İTAATSİZLİK, O DÜZEN İÇİNDE ELDEN GELDİĞİNCE KENDİ BAŞINA BUYRUK ALTERNATİF BİR CEMAAT OLUŞTURMA, İŞBAŞINDAKİ REJİMİ ÖNCE UZUN SÜRELİ BİR SÖZLÜ PROPAGANDA İLE GÖZDEN DÜŞÜRME VE KENDİ İÇİNDEN SABOTE ETME VE NİHAYET YETERİ KADAR KUVVETLENİNCE -YERYÜZÜNDEKİ BÜTÜN ŞERİATÇI GÜÇLERLE İŞBİRLİĞİ YAPARAK VE ONLARIN BİR UZANTISI HALİNDE- SİLAHLI MÜCADELEYLE, TERÖRLE, AYAKLANMAYLA, KAN VE ATEŞLE ŞERİATÇI DÜZENİ KURMA...

... Şimdi sizin ne ülkeniz, ne de ordunuz var. Fakat elinizde tebligat yapma imkânı vardır ve düşman bütün tebligat (propaganda) araçlarını elinizden alamamıştır. Şüphesiz, ibadet mes'elelerini de öğretmeniz, hatırlatmanız gerekir. Ancak, İslamın siyasi, iktisadi ve hukuki mes'elelerinin önemli yeri unutulmamalıdır. Ödevimiz, şimdiden gerçek ve adil temellere dayanan bir İslam Devletinin temellerini atmak için çalışmak, propaganda yapmak, tebligat yapmak ve talimat vermek, aynı düşüncede insanlar bulmak, bir düşünce ve tebligat dalgası doğurmaktır. Ki bir içtimai akım meydana gelsin ve zamanla, uyanık, bilinçli, ödev duygusu olan bu dindar yığınlar İslami Harekete kalkışsınlar ve İslami yönetimi kursunlar!
... İşte ey İslamın cesur çocukları, siz erkekçe ayağa kalkın ve halka hitab edin, konuşun, gerçekleri halk topluluklarına sade bir dil ile anlatın, onları kaynaşma ve hareket haline getirin! Sokak ve çarşılardaki halktan, bu temiz yürekli işçi ve köylülerden, uyanık üniversite öğrencilerinden mücahidler meydana getirin! Halkın tümü mücahid olacaktır! Toplumun bütün sınıfları; hürriyet, bağımsızlık ve Milletin mutluluğu için savaşmaya hazırdırlar! Hürriyet ve mutluluk için savaşmada, Dine ihtiyaç vardır! İslamı, cihad ve mübareze (savaş) dini olan İslamı halka verin ki inançlarını ve ahlaklarını ona göre doğrultup düzeltsinler ve mücahid bir güç halinde zorba ve emperyalist örgütü yıkıp İslami Hükümeti kursunlar!"
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:42 am

Enis Berberoğlu, Laiklik Asıl Kime Lazım başlıklı makalesinde şöyle diyor:

"Dini fanatizmin sabıka listesi Türkiye ve İslam'la sınırlı değil elbette. James A. Haught tarafından kaleme alınan 'Kutsal Dehşet' (Aykırı Yayınları, İstanbul 1999) isimli kitap Hizbullah'ı mumla aratacak örneklerle dolu... Mesela 1776'da Abbeville, Fransa'da genç bir çocuk dine saygısızlık etmekle suçlandı. Meryem Ana ile dalga geçen şarkılar söyleyip din adamları geçerken şapkasını çıkarmadığı söyleniyordu. Kiliseyi eleştirmenin cezası ölümdü.
Chevalier La Barre adındaki gencin ceza olarak önce dili ve sağ eli kesilecekti, sonra da direğe bağlanıp yakılacaktı. Yazar Voltaire onu kurtarmaya çalıştı ve dava parlamentoya taşındı. Parlamento merhamet gösterdi, çocuğun sakat bırakılıp yakılması yerine doğrudan kafasının kesilmesine izin verdi. Çocuğun cezası 1 Temmuz 1776'da infaz edildi. Cesedi Voltaire'in Felsefe Sözlüğü'nün bir kopyasıyla birlikte yakıldı.
Meksika'da 1500'lerde, Aztek din adamları binlerce insanı tanrılara kurban eti. Aztekler, güneşin her gün insanların -kurban taşlarında çıkarılan- kalpleriyle beslenmezse, kaybolacağına inanıyorlardı.
Yağmur Tanrısı'nı memnun etmek için ise ağlayan çocuklar kurban edilirdi. Böylece gözyaşlarının yağmur getirmesi beklenirdi.
Tahıl Tanrıçası için yapılan törende bir bakire 24 saat dans ettikten sonra öldürülür ve derisi yüzülürdü. Sonra da derisini bir rahip üzerine geçirir, dans etmeye devam ederdi.
1980'lerde İran'da Şii din adamları İslam'ı kabul etmeyen Bahailer'in öldürülmesini emretti. İçlerinde kadın ve çocukların da bulunduğu iki yüz kadar Bahai asıldı veya kurşuna dizildi. Kırk bin kadarı ise İran'dan kaçtı.
1983'te Darkley, Kuzey irlanda'da, bir pazar sabahı Katolik teröristler otomatik silahlarla bir Protestan kilisesini taradı. Üç kişi öldü ve yedi kişi yaralandı. Kuzey İrlanda'da yirmi yıl boyunca devam eden dinsel çekişme, bu tür saldırılarla üç bin kişinin yaşamına mal oldu.
1096'da Birinci Haçlı Seferi'nin başlangıcında binlerce Hıristiyan, kutsal topraklara ulaşıp Müslümanları öldürmek amacıyla Haçlı ordusuna katıldı. Almanya'da bazı Haçlılar tanrı tarafından kutsanmış olduğuna inandıkları bir kazı takip ettiler. Kaz onları Musevi mahallelerine götürdü. Bu mahallelerde Musevilerin evleri yakıldı ve hepsi öldürüldü.
Pascal, 'Dinsel inançlara sığmmadıkça, insan kötülüğü böylesine zevkle ve acımasızca asla yapamaz' kanısındaydı... O yüzden yeniden soralım:
Laiklik asıl kime lazım?"
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:42 am

2000 yılının eylül ayında Necip Mirkelâmoğlu'nun ******çü Düşünce ve Uygulamada Din ve Laiklik adlı muhteşem eseri yayımlandı. Yazarından aldığım izinle, her Türk aydınının okuması gerektiğine inandığım bu eserden bazı bölümleri notlarıma alıyorum.

******, ideolojisinin ana kaynağını şu sözlerle anlatıyor: "Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de, milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir."
****** ideolojisinin iki temel unsuru vardır: Laiklik ve milliyetçilik. Ne var ki, bu iki kavram da evrensel anlamlarına göre, ****** tarafından, daha özel anlatımlarla donatılmıştır. Yani her iki kavramın da, Kemalist literatürdeki anlamları kendine özgüdür, (s. 16)
Batı dünyasında da, aydınlanma çağından önce, papanın ve ruhban sınıfının söylediklerinden başka hakikat yoktu ve yasaktı. En korkulan düşman kitaptı. Çünkü kitap halkı ifsat etmekte (!), dini sapkınlıklara (!) yol açmaktaydı, işte bu inançladır ki, 390 yılında İskenderiye'de 400.000 cilt kitap Piskopos Theophilos tarafından yaktırılmıştı. Bu kütüphanenin yakılmasından 25 yıl sonra meşhur astronom Theon'un kızı matematikçi Hypatia, Başpiskopos Kyril'in kışkırtmasıyla İskenderiye'de halk tarafından parçalanmıştı. İlmin ilk şehitlerinden biri, galiba bu kadındır... (Tarih Boyunca İlim ve Din, A. Adnan Adıvar, s.98.)
Kilisenin inancına göre; Havva, Adem'in eğe kemiğinden yaratılmıştı. Bu sebeple de erkeklerin eğe kemiklerinden biri noksandı. Bir anatomist olan Vesalius, insan kadavraları üzerindeki gizli çalışmalarında, kemiklerin eksik olmadığını ve bu inancın hurafe olduğunu ortaya koyunca, Kutsal Kitabı yalanlamış olmak suçundan engizisyon mahkemesinde ölüme mahkûm edildi.
Kilise babalarına göre, İncil'in lisanı mutlak olarak Latincedir. Ve ancak kendileri tarafından okunup yorumlanabilir. Bu yüzdendir ki, asırlar boyunca, Papa, din kuralı olarak ne dediyse, o, hakikatin kendisi olarak kabul edilmiştir.
Ortaçağa hâkim olan kilise felsefesi, "Aklı susturup, düşünceyi boğarak; dini dogmalara -körü körüne- inanmayı sağlamak" şeklinde özetlenebilirdi. Aziz Thomas Aquinus (1225-1274) "Dogmalar aklın üstündedir" sözleriyle bu anlayışı açıklamış oluyordu.
Aklın yüzüne kapanmış olan bu ışıksız karanlık çağ, "yeni bir çağ"ın başlangıcı sayılan rönesans ve reform hareketlerinin geliştiği zamanlara kadar devam etti. (s.23)
Kanuni Süleyman enerji ve kudret dolu varlığıyla, "muhteşem" unvanını kazanmış olan yüksek vasıflı bir hükümdardır. Kudretiyle nice milletleri esir eden bu padişah, gel gör ki, kaderci tevekkülün esaretinde yaşamaktadır: Şöyle ki: İstanbul'da korkunç bir veba salgını baş gösterip, her gün yüzlerce kişiyi ölümün kucağına atıyor. Avusturya Büyükelçisi Busbecq Viyana'ya yazdığı mektubunda, "Devletin bu salgın karşısında hiçbir tedbir almadığını, çünkü eğer Allah ölümü mukadder kıldıysa, ondan kurtulmak için uğraşmak beyhudedir" diye düşündüğünü yazıyor. Büyükelçi, salgının yoğun olduğu bölgeden uzaklaşıp, imkân nispetinde korunabilmek için, Büyük Ada'ya gitmeyi planlayıp, padişahtan izin istiyor. Padişah da kendisine şu cevabı veriyor: "Veba Allah tarafından gönderilmiş bir illettir. Ve Allanın emirleri, ne yapılsa değişmez. Eğer benim vebaya kurban olmaklığım Cenab-ı Hak tarafından takdir edilmiş ise, başka tarafa gitmek ve saklanmak beyhudedir. Bu senin için de varittir," diyerek Busbecg'in izin isteğini reddediyor. (Türk Ruhu, Tekinalp, s.149.)

Örneklere devam edelim:
1831 senesinde İstanbul'da, yine bir veba salgınında, gemilere karantina uygulanması teklili ret olunuyor. Yine aynı yıllarda baş gösteren bir kolera salgınında, ordumuzda danışman olarak bulunan Alman subayı Moltke'nin, bir önleyici tedbir olarak önerdiği "suyun kaynatılarak içilmesi"; 1850'li yıllarda, evlenecek çiftlerin frengi muayenesinden geçirilmesi teklifleri, hep, "Allahtan gelecek şeylerin önüne geçilemez" "kaderciliği"nden doğan ulema karşı koymaları ve şeyhülislam fetvaları ile uygulamaya konulamıyor.
III. Murat zamanında, Mısırlı bir Türk olan matematik ve astronomi bilgini Takiyyeddin, İstanbul Tophnne'de, dönemin en üstün tekniği ile bir rasathane kuruyor, F akat bu rasathane ancak beş yıl ayakta kalabiliyor. Ulema baskılarına dayanamayan padişahın emri ile ve Şeyhülislam Kadızade'nin fetvası ile rasathane yıkılıyor. Yıkılma sebebine gelince, İstanbul'da o sırada bir veba salgını olmuş ve aynı zamanda gökte bir kuyruklu yıldız belirmiştir. Bu emareleri bir uğursuzluk işareti sayan şeyhülislam ve ulema, "Allah kendi âlemi olan göklerin esrarının öğrenilme girişimine kızarak ihtarda bulunmuştur" diyerek, yıkım gerçekleştiriliyor, (s. 146)
III. Murat zamanında Budin Beylerbeyi Mustafa Paşa, Budin sarayına yıldırım düştüğü için, olay onun uğursuzluğuna verilmiş ve bu değerli devlet adamı, böyle batıl bir inancın kurbanı olarak, sırf bu sebeple idam edilmiştir. (Osmanlı Tarihi, İ.Hakkı Uzunçarşılı, 3. cilt, s.343.)
l. Abdülhamit zamanında Ruslarla savaşan Osmanlı yenilmişti (1774). Barış anlaşması için Küçükkaynarca'ya gitmekte olan Resmî Ahmet Efendi başkanlığındaki delege heyetine, şeyhülislam "okunmuş muskalar" yazıp vermişti. Bu muskalar, Rus delegelerinin yolları üzerinde toprağa gömülecekti. Müzakereler başladığında, bu okunmuş muskaların tesiri ile, Rus delegelerinin dilleri kilitlenecek, bizim delegelerimiz ise bülbüller gibi şakıyıp, suskun Ruslara şartlarımızı dikte edeceklerdi. Böylelikle meydanlarda kaybetmiş bulunduğumuz savaşı, okunmuş muskalar berekâtıyla, kazanmış olacaktık. Neticede, delegelerimiz, en acı ve ağır yenilgi şartlarını kabul ederek Osmanlı tarihinin yüz kızartıcı bir belgesini imza etmişlerdi. Bu anlaşmanın gereği Balkanlar'ın yarısı Ruslara teslim edilmek durumunda ve zorunda kalınmıştı. (****** Reformları ve İslam, Dr. A. Manaz, s. 143.)
İsmet Paşa'dan dinlediklerimden, bir ateş hararetiyle zihnimi yakmakta bulunan bir anekdotu, bilhassa siyaset adamlarına bir ibret misali teşkil eder ümidiyle naklediyorum:
1957 yılında, mensup bulunduğum partinin Ankara'da bir toplantısı yapılmaktaydı. Parti binasının bir odasında yapılmakta olan toplantıda bulunan partililer Genel Başkanları İsmet İnönü'den bir istekte bulunmaktaydılar. Dini siyaset malzemesi yapan ve kullanan birtakım siyaset çevreleri, "laiklik dinsizliktir" diye propaganda yapıyorlar, kendilerini güç durumda bırakıyorlardı. Kendileri her ne kadar "değildir" diyorlarsa da, inandırıcı olamıyorlardı. Eğer İsmet Paşa, konuşmalarında "laikliğin dinsizlik olmadığını" söylerse, onlar bu sıkıntıdan kurtulacaklardı.

İsmet Paşadan istedikleri işte buydu.
Paşa, söylenen ve istenenleri sükûnetle dinledikten sonra, "Şimdi beni dinleyin" deyip, "Otuz Bir Mart" olayını özetle anlattıktan sonra, şöyle devam etti: "İsyancılar, bir yandan din adına, önlerine geleni boğazlarken, bir yandan da 'şeriat isteriz!' diye bağırmakta idiler. Peki, bu şeriatı kimden istiyorlardı.- Şeriat devletinden! Padişahı, halifesi, şeyhülislamı, şer'i mahkemeleri ve şeriat hukuku ile zaten mevcut bulunan şeriat devletinden! Bugün 'laiklik dinsizliktir' diye propaganda yapanlar, 31 Martçıların aynı hamurundan insanlardır. 'Hayır değildir!' demekle bunları tatmin edip susturabilir misiniz? Tam aksine! Bir defa bir taviz kopardıktan sonra, ertesi gün bir daha ve daha büyüğünü isteyeceklerdir. Ve bu ilânihaye böyle sürüp gidecektir, irtica öyle bir devdir ki, verdiğinizi yutar, yenisi için iki elini değil dört elini birden açar. Önemli olan ilk tavizi vermemektir." (s.155)

İsmet Paşa Hükümeti, Millet Meclisinden "Takrir-i Sükûn" adındaki kanunu çıkarıp, bu kanunun şiddetli hükümleriyle, Şeyh Sait İsyanını çıkaranları yargılayıp, hak ettikleri cezalara çarptırarak, devletin otoritesini yeniden tesis etmiş oldu. Terakkiperver'in gerek programındaki "Dini inanışlara hürmetkardır" maddesi, gerekse propaganda faaliyetlerinde söylenen tavizkâr sözler bir teşvik ve yüreklendirme tesiri yaparak, isyancılara cesaret gıdası teşkil ettiğine inanan Hükümet, bu inancını şu cümlelerle kararnamesine de geçirerek, Terakkiperver Fırka'yı kapatmıştır: (anlaşılır Türkçe ile) "...Bu münasebetle vatandaşların özellikle dikkat ve sağduyusuna sunulur ki, Allah ve vicdan arasında buluşma aracı olan dinin, birtakım özel maksatları elde etmek için siyasete alet haline getirilmesi, son defa tekrar görüldüğü gibi, memleketimizin tarihinde pek çok feci hadiselerin ortaya çıkmasına ve nihayet din namına zorbalık ve üstünlük hırsında bulunan mürteci ve zorlayıcıların keyfi idare ve zulmüne dönüştüğü ve Türk milletini asırlarca çöküntü ve ıstıraba mahkûm eylediği tecrübeyle tespit edilmiştir. Büyük Millet Meclisinin özel kanunu ile kesin olara kyasaklanmış olan bu gibi faaliyetlere müsamaha etmemenin milli iradenin Cumhuriyet hükümetine yüklediği esas görevlerinden olduğuna şüphe yoktur.
Binaenaleyh işbu kararnamenin tebliği tarihinden itibaren Takrir-i Sükûn Kanununun hükümlerine uyularak, Fırkanın bütün şube ve merkezleri ilgili hükümet memurları tarafından kapatılacaktır." (Türkiye'de Siyasi Partiler, Prof. Dr. TarıkZaferTunaya, s.622.)
Bu kararnameye uyularak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası 5 Haziran 1925 tarihinde bütün Türkiye'de kapatılmıştır, (s.236)
Tanzimattan sonra, ilk mekteplerin yeni açıldığı sıralarda, ilk mektep hocalığı eden, oldukça modern düşünen Selim Sabit Efendi, o senelere ait hatıralarını şöyle anlatıyor: "Yeni açılan mektebime, Fransa'da olduğu gibi sıralar, kara tahtalar, haritalar koydurdum. Fakat aradan bir ay geçmeden Maarif Nâzın (Milli Eğitim Bakanı) beni çağırdı. Hoca efendiler (medrese hocaları) mektebin bu hale konmasını din ve imana münafi (aykırı) görmüşler. Onlara göre, Kur'an-ı Kerimi diz çökerek, hasır veya minder üstünde okumayıp da -ki modern mektepte Kur'an okunduğu anlaşılıyor- sıra üstünde bacak sallayarak okumak günahmış. Yaptıklarımın hepsi (kara tahta koymam, harita asmam) günahmış, Frenk işi imiş. Din-i İslam böyle şeye müsait değilmiş. Hocalar beni şeyhülislama, o da padişaha şikâyet etmiş. Padişah şeyhülislamı ikna etmekle (inandırmış olmakla) beraber, Maarif Nazırını çağırıp, 'Birden bire değil, tedricen (yavaş yavaş) terakki edelim. Efkâr-ı umûmiyeyi (kamuoyunu) unutmayalım' dediğinden, ben de ıslahatımı tâdil ettim (değiştirdim)." (Türk Siyasi Tarihi, Tahsin Ünal, s.313.)
"Laik"liğin "kavram" olarak "evrensel" olduğunu ve fakat, uygulanan ülkenin kendi özel şartlarına göre değişiklikler gösterdiğini, bu sebeple de aynı zamanda "milli" olduğunu biliyoruz. Her ülkedeki uygulamaların değişiklik göstermesi ne kadar tabii ise, "din"ler arasındaki farklılıkların uygulamalarda kendini göstermesi de o kadar tabiidir. "Laik" bir din olarak doğan Hıristiyanlık ile, anlayış ve yoruma göre farklı değerlendirmeler yapılabilen İslamiyetteki uygulamalar elbette farklı olacaktır.
Eşyanın tabiatından doğarı bu özellik, ****** laisizminin de esasını teşkil etmiştir. Turkıye'dekı laiklik, dünyadaki diğer uygulamalardan, hem tarihi şartlarımız, hem de dinler arasındaki farklılıklar yüzünden değişiklikler taşımaktadır. "****** laisizmi" tamamen orijinal (özgün) "milli", "bize mahsus" bir karakterde ve içeriktedir.

Coşkun Kırca, bu farklılığı ve sebeplerini şöyle anlatıyor: "Türkiye'de laik devlet, sadece inançlar arasında tarafsız değildir. Sadece dini dürtülerle (muharrik) hareket etmemekle yükümlü değildir; aynı zamanda bu ilkelere saygılı olabilmesi için, dini faaliyetleri kontrol altında tutmak zorundadır. Bu zorunluluk, islamın -bizce yanlış- temelci yorumundan ileri geliyor. "Temelci" İslam ilahiyatına göre, egemenlik milletin değil Allahındır. Hükümdar (yani devlet) İslam şeriatını uygulamakla görevlidir. İslam şeriatını uygulamayan bir Müslüman hükümdara karşı isyan, inananların görevidir. Kısacası, bu görüşe bakılırsa, Müslüman ahalinin devleti de ancak Müslüman olabilir ve dini kuralları, zaman ve mekân içinde değişebilecek olanlarla değişemeyecek olanlar arasında hiçbir fark gözetmeden olduğu gibi uygulmak zorundadır. Katolik Kilisesinin dünyevi işlere karışması Hıristiyan dininin kaynağındaki kuralların gereği değildi; hatta o kurallara aykırı idi. Nitekim, Katolik Kilisesi, laik devlet tarafından sırf dini alana itilince, yavaş yavaş bu gerçeği kabullenmiş ve İkinci Vatikan Konsili, Katolikliğin laiklikle barışması anlamında bazı reformları gerçekleştirmekten başka çare bulamamıştır. Fakat Konsil bunu yaparken, Hıristiyanlığın felsefi kaynağı ile güncelleşmesi arasında temel bir çelişkiyle karşılaşmamıştır. Oysa temelci İslam ilahiyatı, dinin kaynağının tam aksi esasa dayandığını id- dia etmektedir. Böyle olunca, temelci İslam ilahiyatının ne laiklikle, ne de çağdaşlaşmayla barışabilmesi ilke olarak mümkün sayılabilir. Temelci İslam ilahiyatının esaslarını benimseyecek her cemaat örgütü, laik devlete karşı, kendi inancının gereği olarak, sadece mücadele verecek değildir; laik devleti yok etmeyi, baş gayesi bilecektir. O zaman, tek çare, laik devletin dini faaliyetleri laikliğin amaçlarının dışına taşmaması için kontrol altında tutmasıdır. Türkiye'de laikliğin böyle bir anlayışa dayanması, kendi şartlarımızın diğer ülkelerden ve dinlerden çok farklı oluşundandır." (******çü Düşünce ve Uygulamada Din ve Laiklik, Necip Mirkelâmoğlu, s.488.)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:43 am

Hasan Pulur, Din ve Siyaset başlıklı makalesinde şu bilgileri veriyor:

Yıl 1951, dini siyasete alet ettiği için 10 ay hapse mahkûm olan vaiz Fevzi Bayar'ın af önerisi Meclis'te görüşülmektedir. Demokrat Parti milletvekili Ömer Bilen, af önerisinin kabulünü isterken CHP'lilere döner, lehte oy ister, "Günahlarınızı belki azaltabilirsiniz!" demeye getirir.

İsmet Paşa bu lafı kabullenir mi, çıkar kürsüye:
"Dini siyasete araç etmeye örnek gösterilen bir olayın görüşülmesindeyiz. Bizim yürürlükteki rejimimize dini siyasete araç etmeyi yasaklayan hüküm nereden ve niçin gelmiştir? Bunun kaynağı ulusal savaşa kadar gider. Ulusal savaşta yenen taraf, Türkiye devletinin yeryüzünden kalkmasına karar verdi ve bunun için halifeyi, padişahı ve ulemasını araç olarak kullandılar. Anadolu'da yalnız başına kalan Türk ulusu, eline ne geçerse, sopa, balta, yumruk, tırnak, bununla yaşamını ve bağımsızlığını kurtarmaya çalışıyordu. Buna halife en etkili karşılık ve engel olarak şu önlemi buldu; ulema toplandı, Şeyh-Ül-İslam bunların başına geçti. Anadolu'da mücadele edenler kafirdir, fetvasını verdi. Huzurunuzda konuşmak şerefine eren bu arkadaşınız onların içinden seçilen beş-altı idam mahkûmundan biridir. Halifenin, Şeyh-ÜI-İslam Dürri Efendi'nin fetvası ile.
(..............)
Anadolu büyük bir savaştan çıkmış, yorgun, araçsız, Türk ulusu mücadelenin sonucunun ne olacağını zaten endişe ile düşünürken, bütün çabasını vatanseverliğinde toplamış iken, Yunan uçakları her gün avuç avuç Şeyh-Ül-İslam Dürri Efendi'nin fetvasını bizim saflarımıza atardı."
Mustafa Kemal ******, 1933 yılında şunları söylüyordu: "Bazı şeyler vardır ki bir kanunla, emirle düzeltilebilir. Ama bazı şeyler vardır ki kanunla emirle, milletçe omuz omuza boğuştuğunuz halde düzelmezler Adam fesi atar şapkayı giyer ama, alnında fesin izi vardır. Siz sarıkla gezmeyi yasaklarsınız, kimse sarıkla dolaşamaz. Ama bazı insanların başındaki görünmeyen sarıkları yok ödemezsiniz. Çünkü onlar zihniyetin içindedir. Zihniyet binlerce yılın birikimidir. Bu birikimi bir anda yok edemezsiniz. Onunla sadece boğuşursunuz. Yeni bir zihniyet, yeni bir ahlak yerleşinceye kadar boğuşursunuz. Ve sonunda başarılı olursunuz..."

Sonradan ****** hakkında -aleyhinde- "Bozkurt" adıyla bir kitap yayımlamış olan meşhur Armstrong, o sırada İngiliz işgal kuvvetlerinin bellibaşlı şahsiyetlerinden biridir. O'na ait bir hatırayı, bir ibret belgesi olarak, Falih Rıfkı'dan okuyalım. Padişah damatlarından birinin oğlu olan bir prens, Armstrong'u Perapalas'a davet ediyor Onunla yaptığı konuşmayı, İngiliz, şöyle anlatıyor: "Prensi gönderen zat, padişah ve halife (Vahdettin) idi. Gönderdiği haberde diyordu ki 'Başbakan Lloyd George ile, iktidardaki İngilizlere akıbetin yaklaştığını bildiriniz. (Yani Anadolu ordusu Yunanlıları denize dökmek üzeredir!) Çünkü bunlar anlamıyorlar. İngiliz elçiliğine de anlatmak istedim, olmadı! Mustafa Kemal ve adamları ihtilalcidirler. Bunlar Türkiye'yi altüst edecekler. Bunlar sizin düşmanlarınızda. Asidirler. Benim de düşmanımdırlar. Türkiye'yi yalnız siz kurtarabilirsiniz. Ben sizin dostunuzum. Ne isterseniz size vermeye hazırım. Halbuki siz Ankara'dan bir şey alamazsınız. İsterseniz saltanatı ve hilafeti kurtarabilirsiniz. Bana süratle yardıma geliniz. Ankara'yı tanımayınız. Barışı benimle yapınız. Ankara'ya vereceklerinizi bana veriniz. Çıkaracağınız Yunanlılardan alacağınız toprakları bana teslim ediniz. Bana dört milyon İngiliz lirası ödünç de veriniz. Bizzat Bursa'ya gider, herkesi etrafıma toplarım. Halk benim davetime gelir. Ben, Fransızlarla da dost olup, anlaşma yaparım. Boğazları açık bırakırım Halife olarak sizin lehinizde bulunurum. Çünkü siz müminlerin savunucususunuz. (Bütün Müslüman ülkeleri o tarihte sömürge idi.) Onlar da size bağlı uyruklar olarak kalırlar. Ankara'dakiler katil adamlardır. Moskova'nın tesiri altındadırlar. Söylediklerinin birini yapmazlar.'
Armstrong diyor ki: Bunlar bir vakit dünyanın yarısına hükmeden Osmanlı hanedanının son yalvarması idi... İş işten geçmişti!" (Batış Yılları, Falih Rıfkı Atay, s.187.)


Bugünlerde Amerika Birleşik Devletlerindeki laiklik anlayışının, Fazilet Partisi'nin laiklik anlayışına uyduğu iddia ediliyor. Aşağıya aldığım iki not dahi bu benzetmenin saçmalığını belirlemeye yeter sanıyorum:
ABD Anayasası'nda yapılan ilk değişiklik şuymuş:

"Kongre, bir dinin kabulünü öngören veya dini gereklerin serbestçe yerine getirilmesini yasaklayan yasalar geçiremez."
ABD Yüksek Mahkemesi bu değişikliğe dayanarak 1947'de bir yorum getirmiş:
"Ne eyalet yönetimleri, ne de Federal Hükümet, kilise kurabilirler... Dinsel faaliyetler ve kurumlar, hangi adı alırlarsa alsınlar, dini öğretim ve uygulama için hangi yolu seçerlerse seçsinler, miktarı ne olursa olsun, vergi geliri ile desteklenemezler. Eyaletler ve Federal Yönetim, açık ve gizli olarak, dinsel örgütlerin ve grupların hiçbir faaliyetine katılamaz. Bu grup ve örgütler aynı şekilde devletin faaliyetlerine katılamazlar." (Prof Dr.Türker Alkan, Radikal gazetesi, 4.11.1999.)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:43 am

5 Ocak 1982 tarihinde ABD Bölge Mahkemesi Yargıcı William R. Overton tarafından verilen ve Science dergisinde yayımlanan karar:

19 Mart 1981'de Arkansas valisi 1981 tarih ve 590 sayılı yasa tasarısını onaylayarak "Yaradılış Bilimi ile Evrim Bilimine Okullarda Dengeli Ağırlık Vorilmnsi" adı ile yasalaştırmıştır. Tasarı Ark. Stat. Ann. # 801663 et seq (1981 supp.) kodunu taşımaktadır. Yasanın temel amacı ilk cümlesinde şöyle ifade edilmektedir: "Bu eyaletteki resmi okullar öğretimde yaradılış bilimi ile evrim bilimine dengeli ağırlık vereceklerdir." 27 Mayıs 1981'de 590 sayılı yasanın üç ayrı kıstasa göre Anayasa'ya uymadığını ileri süren bu dava açılmıştır.
... İki modelli yaklaşımın sahte pedagojisinin yanı sıra Bölüm 4(a)'nın makul bir öğretici değeri de yoktur, çünkü bu bölümde tanımlanan "yaradılış bilimi" bilim değildir. Birçok tanık bilim için tanımlar ileri sürmüştür. Sözel olarak bilim, "bilim camiasınca kabul edilen şey" olarak tanımlanmıştır. Bu tanımla açıkça işaret edildiği gibi özgür bir toplumda bilginin bilime dönüşebilmesi için yasamanın ruhsatına ihtiyaç yoktur.

Daha doğru bir deyişle bilimin en temel özellikleri şöyle sıralanabilir:
1. Rehberi doğa yasalarıdır.
2. Açıklamaları doğa yasalarına dayanmak zorundadır.
3. Deneyle sınanabilir olmalıdır.
4. Hükümleri geçicidir, yani belli bir alanda muhakkak son sözü söylemiş değildir.
5. Çürütülebilirdir (Ruse ve diğer bilim tanıkları).

Yaradılış bilimi Bölüm 4(a)'da tanımlandığı şekli ile bu zorunlu ölçütlere uymamaktadır. Birincisi, bu bölüm "yoktan var ediliş" tarzında ani bir yaradılışı savunan 4(a) (1) maddesi etrafında dönüp dolaşmaktadır. Böyle bir kavram bilimsel değildir, çünkü doğa yasalarına bağlı olmayan, doğa üstü bir müdahaleye dayanmaktadır. Doğa yasaları ile açıklanamaz, sınanamaz ve çürütülemez.
... Anayasanın birinci maddesinin içerdiği ilkelere ve nasıl uygulanacaklarına kamu oyu yoklamaları veya çoğunluk oyu ile karar verilemez. Anayasal bir devlet sisteminde 590 sayılı yasa taraftarlarının çoğunlukta mı yoksa azınlıkta mı olduklarının konu ile hiçbir ilgisi yoktur. Büyük veya küçük hiçbir grup devlet organlarını -ki resmi okullar bunların en önde gelenleri ve en etkili olanlarıdır- kendi dini inançlarını başkalarına aşılamak için kullanamaz.
Mahkeme bu kararı değerli Yargıç Frankfurter'in veciz bir şekilde ifade ettiği şu düşünce ile bitirecektir:
Şu inancımızı bir kez daha yineleriz ki "Ülkemizin bekası, devlet ile dinin birbirinden tamamen ayrı tutulmalarının hem devlet için hem de din için en iyi yol olduğuna inanmamıza bağlıdır", Eğitim İdare Heyeti'ne karşı Everson, 330 U.S. s. 59'da. "Başka hiçbir alanda olamasa bile Din ve Devlet arasındaki ilişkilerde sağlam çitler iyi komşular yaratır." Eğitim idam Heyetine karşı McCollum, 337 U.S. 203, 232 (1948).
590 sayılı yasanın uygulanması sürekli olarak yasaklanmıştır.


Alman İstihbarat Teşkilatı Başkanı Dr. Peter Frisch'in, 6 Nisan 2000 tarihli Milliyet gazetesine verdiği demeçten notlarıma aldığım bölüm:

"Birkaç yıl önce yıllık istihbarat raporunu açıklarken, aşırı dinci İslamcı gelişmeleri Almanya için büyük tehlike olarak göstermiştiniz. Aradan göçen zamanda bu tespitiniz değişti mi?
Bu tehlike hâlâ mevcut. Bu grupların yeterince zamanı var ve bu durum yüzyılın gelişmesi. Bunu zamanında fark etmeli ve önlem almalıyız. Almanya'da büyüyen çocukların, demokrasilerde halkın hükümranlığı tomul prensiplerine karşı yetiştirilmesine göz yumamayız.
Mesela Milli Görüş'ün Türkiye'de laikliğe karşı mücadelesi, Almanya'da da etkisini gösteriyor. Bumda devlet ve din işlerinin ayrımı prensibine yönelik kışkırtmacılık çabalarına karşı kesin tavır almak zorundayız. Bu tehlike, büyük ölçüde Milli Görüş'ten geliyor.
Aşırı dinci gruplar, Almanya'da, Alman toplumuna paralel ve kendi prensiplerine göre yaşayan toplumlar yaratmaya yöneliyor. Bu paralel toplumda yaşayan insanlar, çocuklarının okul gezilerine katılmasına bile karşı çıkıyorlar. Bizim temel prensiplerimize uymayan birtakım şeylerin propagandası yapılıyor."


Prof. Dr. Türker Alkan, 16.1.2000 tarihli Radikal gazetesinde Amerika'da Din Neden Güçlüdür başlıklı makalesinde şöyle diyor:

Yıllardır "Amerika'daki kadar laiklik, Amerikan türü laiklik," deyip duruyor bazıları. Amerikan Anayasası ve Yüksek Mahkeme'nin çeşitli kararları ile oluşan 'ayrım duvarını' görmezlikten gelerek. Devlet okullarında İncil okumanın, dua etmenin (hatta dua niyetine bir dakikalık sessiz duruşun) bile Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklandığı Amerika'daki laiklik uygulamasını 'yumuşak', din derslerinin Anayasa ile zorunlu kılındığı, devletin din adamı yetiştirdiği Türkiye'deki uygulamayı ise nedense 'sert' buluyorlar!
Ve laikliği dine karşı bir komplo olarak görüyorlar. Oysa dini, en etkin biçimde egemen olacağı bireysel vicdana yönlendiren laiklik, hiç de başarılı olmadığı devlet yönetiminden dini ayırmakla, hem dine, hem de devlete büyük bir iyilikte bulunmaktadır. Dine asıl kötülüğü edenler, din kurumunu devlet işlerine sokarak yıpratanlar, dini siyasal ihtiraslarına ve çıkarlarına alet edenlerdir.
Amerikan örneğinin de sergilediği gibi, din ve devlet işlerinin ayrılması, ancak dinin güçlenmesi ve etkin olması sonucunu doğurabilir. Bir de bizdeki duruma bakın. Erbakan'dan Adnan Hoca'ya, İBDA-C'ye kadar uzayan dine dayalı siyaset girişimleri sonucunda din güçlendi mi, yoksa zayıfladı mı, ne dersiniz?
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek 1 nolu protokolün 2. maddesinde şu hükme yer verilmiştir:
"Kimse tahsil etmek hakkından mahrum edilemez. Devlet, eğitim ve öğretim sahasında deruhte edeceği vazifelerin ifasında, ebeveynin bu eğitim ve öğretimi kendi dini ve felsefi akidelerine göre temin etme hakkına riayet edecektir."
Bu madde yanlış yorumlanarak, sekiz yıllık eğitim ve imam hatip okullarının sayısına devletimizce yapılan müdahalelerin, Avrupa insan Hakları Sözleşmesine ek 1 nolu protokolün 2. maddesine aykırı olduğu iddia edilmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde yıllarca hâkimlik yapan Prof. Dr. Feyyaz Gölcüklü vo Komisyon üyesi Prof. Dr. A. Şeref Gözübüyük tarafından yazılan ve 1998'de ikinci baskısı yapılan "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması" adlı eserde bu madde şöyle açıklanmaktadır:
"Ders programlarının yapımı ve düzeni, ilke olarak devletlerin takdir yetkisi içindedir. Aksi takdirde kurumlaşmış bir öğretim düzeni kurmak imkânsız olacaktır.
Buna karşılık 2. madde devletin, eğitim ve öğretim alanında üstlendiği görevi yerine getirirkon. programlarda yer alan bilgilerin dağıtımının objektif, eleştirel ve çoğulcu olmasına özen göstermesini gerektirir. Başka bir deyişle bu hüküm devletin, ana-babanın dini ve felsefi inançlarına aykırı nitelikte belli bir fikri aşılama ve amacı gütmesini yasaklamaktadır. İşte aşılmaması gereken sınır budur. Amaç, okullardaki ders programlarında ana-babanın inanç özgürlüğünü korumak, ona saygılı olmaktır.
Devletin, mevcut eğitim öğretim düzeni içinde bu inançlara saygılı olması yeterlidir; devletin ana-babanın inançları yönünde eğitim sağlamak zorunluğu yoktur. Devletler, devlet okullarındaki eğitim ve öğretimin içerik ve duzeni konusunda geniş bir takdir yetkisine sahip bulunmakla beraber, ana-babanın dini ve felsefi inançlarını incitecek telkinlerde bulunup fikirler aşılamaktan kaçınacaklardır." (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin 9.3.1977, 7.12.1982 tarihli kararları.)
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vatan




Mesaj Sayısı : 135
Kayıt tarihi : 07/06/08

Vural Savaşın Not Defteri Empty
MesajKonu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri   Vural Savaşın Not Defteri EmptyC.tesi Haz. 07, 2008 11:43 am

Amerikan Yüksek Mahkeme kararlarını çok yakından izleyen Prof.Dr. Türker Alkan, 19.8.2000 tarihli Radikal gazetesinde yayımlanan Amerika'daki Kadar Laiklik başlıklı makalesinde de konuya ışık tutmaya devam ediyor:

"Amerikan Yüksek Mahkemesi, geçenlerde ilginç bir karar verdi. ABD'de pek yaygın olan okullar arası maçlarda, öğrenciler toplu halde dua okurlar. Yüksek Mahkeme, bu uygulamayı anayasanın laiklik ilkesine aykırı buldu!
Konu, dini uygulama alanının kısıtlanması ve kitlesel destek bakımından bizim başörtüsü vakasından daha önemsiz değil, belki de daha önemlidir. Amerikan halkının üçte ikisi bu karara karşı çıkıyor. Bu sorunun patlak verdiği Teksas'ta ise karşı çıkanların oranı yüzde 94'ü buluyor. (Bizde başörtüsü yasağına karşı çıkanların oranı çok daha düşüktür.)
Ama kimse çıkıp bu karar nedeniyle rejimi yıkmaya kalkışmıyor, kurumları ve demokrasiyi tel'in etmiyor, Hizbullah gibi cinayet örgütlerini mazur göstermeye çalışmıyor, George Washington'a küfretmiyor... Soruna sistemin kendi mantığı ve işleyişi içinde bir çözüm aranıyor.
Demokrasi, her zaman halkın çoğunluğunun istediği şey değildir. Kurumlar ve kurallar, en az halkın çoğunluğu kadar önem taşır demokrasilerde. Yoksa çoğunluğun diktası gelebilir ki, faşizmin en korkuncu da budur işte."


Levent Kavas, 3.4.2000 tarihli Star gazetesine yazdığı bir makalede şu bilgiyi veriyor:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Dışişleri Komisyonu Başkanı Kâmran İnan, "Türkiye kendi içinde çok hain yetiştiriyor, bu da eğitim sisteminden kaynaklanıyor. Bugün Türkiye kendi içinde en çok haini yetiştiren ülke. Bir istihbarat raporuna göre bu sayı 200 bin. Bu dehşet verici" dedi.


Harvard Üniversitesi eski rektörlerinden Henry Rosowsky, Bir Dekanın Anıları adlı kitabında şöyle diyor:
"Her şeyi daha demokratik hale getirdiğimizde her şey daha iyiye gidecektir fikriyle kendimizi aldatmamalıyız. Aksine bunun tam tersi doğru durumda."


Lazareff, 1945'te dilimize çevrilen Fransa'da Basın Rezaletleri, yahut Fransa'yı Çökerten 4. Kuvvet adlı eserinde, şu hususu vurgulamış:

"1918'e kadar Fransızlar cumhuriyete inanıyorlardı. 1918'den sonra onları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak ve yerine ilk dokunuşta dağılıverecek bir demokrasi hayaleti koymak oyununa girişildi. Dışarıdan düşmanların yönettikleri oyun ince ve şeytancaydı, fakat bu oyuna, içeride paraları üzerine titreyenler, iktidara susayanlar, bütün çekemezler, kıskançlar, yeteneksizler ve alçaklar kapıldılar."
Lazareff'e göre "Ülkeyi yıkanların kullandıkları başlıca silah basın"dı:
"Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkûm olur. Çünkü egemenliğe sahip olan millet eğer doğru haber alamazsa egemenliğini özgürce kullanamaz. Nitekim, Fransız basını baştan başa, o zamana kadar görülmemiş, ancak yenilginin açığa vurduğu bir rezalet derecesine ulaşmıştı."


Lazareff, Hasan Pulur'un, 16 Ekim 2000 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan makalesinden aldığım yukarıdaki açıklamalarıyla, sanki bugünün Türkiyesine ışık tutmuş.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Vural Savaşın Not Defteri
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 2 sayfasıSayfaya git : 1, 2  Sonraki
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Bilgi ve Tartışma Platformu :: Kültür,Sanat ve Kitap :: Usta Kalemler :: Vural Savaş-
Buraya geçin: