|
| Vural Savaşın Not Defteri | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:44 am | |
| 23.6.2000 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Sorumluluğu Yüklenmek başlıklı makalesinde Ali Sirmen şöyle diyor:
"Olay Conrad Otel'de geçiyor. Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi ile Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen 'Örgütlü Suçla Mücadele Tartışmalı Konferansı'nın salı günkü oturumunda, Fazilet Partisi Milletvekili Nevzat Yalçıntaş, Alman Federal Başsavcısı Prof. Dr. Kurt Rebmann'a 'Almanya'da siyasi parti nasıl kapatılır' diye soruyor. Yalçıntaş, FP'nin devlet tecrübesi olan politikacılarından biri. FP'li olarak sorduğu soru da, bu partinin bir nebze olsun mesafe aldığını gösteriyor. Çünkü Refah da, onun devamı olan Fazilet de uzun süre parti kapatmanın demokrasiye aykırı olduğunu, böyle bir davranışa gelişmiş demokrasilerde rastlanmadığını ileri sürmüşlerdi. Herkesi 'Batı Kulüpçü' olmakla suçlayan Erbakan ile taifesi, başları sıkıştımı, hep Batı örneklerine, Batı ölçütlerine başvurup oradan referanslar verirler. Neyse Yalçıntaş'ın sorusu, FP'lilerin de demokrasilerde siyasal parti kapatılabildiğini ve kapatıldığı gerçeğini anladıklarını gösteriyor. Ama anladıkları yalnız bununla sınırlı kalıyor. Yoksa kendi yaptıklarını hep haklı görmeyi, hiçbir biçimde yaptıklarının sorumluluğunu üstlenmemeyi, yanlışlarını asla kabul etmemeyi sürdürüyorlar. Herhalde Yalçıntaş, diğer FP'liler gibi konuyu iyi incelemediği için olsa gerek, gelecek yanıtın da kendi sloganlarına uygun olacağını, yani 'Cebir ve şiddete başvurduğu sabit olmadıkça siyasi parti kapatılamaz' denileceğini sanıyordu. Ama öyle olmuyor. Profesör Alman Başsavcı, 'Partinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması için sadece cebir ve şiddeti bizzat kullanıyor olması gerekmez; bir parti cebir ve şiddete zemin hazırlıyorsa kapatılabilir, partinin hedefleri önemli; cebir, şiddet değil'yanıtını verince, Sayın Yalçıntaş bozulmuş. Bozulur, doğaldır. FP'liler, yaptıklarının sorumluluğunu yüklenmedikçe, kendi kusurlarını kabul edip, rejimin çerçevesi içine girmeyi kabul etmeyip kondi kafalarına göre geçerli olan takkıyyelerini sürdürdükço, daha çok bozulmaya mahkûmdurlar." | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:44 am | |
| 11 Ağustos 2000 tarihli Milliyet gazetesinde Alman 'İnce Ayarı' başlığıyla yayımlanan haber üzerinde birlikte düşünelim:
Uzun yılların kayıtsızlık ve birikimi sonucu tekrar hortlayan aşırı sağcı-ırkçı gelişmeler karşısında köşeye sıkışan Almanya da "sistem dışına çıkan" partileri affetmiyor. Devlet çarkı, bu çerçevede, neonazileri bünyesinde toplayan Almanya Milliyetçi Demokrat Partisi'ni (NUP) kapatmak üzere harekete geçti. Federal hükümet, Türkiye'de Ecevit hükümetinin hazırladığı "memurların işten atılmasını kolaylaştıran" kanun hükmündeki kararnameye benzer bir de yasa hazırlamaya başladı. Yasa ırkçı memur ve askerlerin işten atılmasını öngörüyor. Irkçılığa karşı açılan savaş çerçevesinde, ırkçı internet sitelerinin kapatılması ve Gençlik Yasası'nın sertleştirilmesi teklif ediliyor. Gazetelerde de, devamlı ünlü politikacıların, sinema sanatçılarının, Beckenbauer gibi tanınmış futbol ustalarının, sendika ve işveren kuruluşu liderlerinin yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkla mücadele için çağrıları yayımlanıyor. Politikacılar ve Musevi Cemaati yöneticileri de, "Cesaretini göster" sloganıyla ırkçı gruplara karşı halkı duyarlı olmaya çağıran girişimler başlatıyor. Türkiye'de "sistem dışına çıkıp sistemi doğrudan tehdit eden" partilerin kapatılmasına şiddetle karşı çıkan ve Ankara'yı her fırsatta parti kapatmalarına karşı uyaran Avrupa Birliği'nin (AB) üyesi Almanya'nın benzer bir tedbire yönelmesi dikkatleri çekti. Aynı şekilde, Türkiye'de irticacı memurların kanun hükmünde kararnameyle işten çıkarılmasının tartışıldığı ve bunun insan haklarına aykırı olduğu yolundaki savların ortaya atıldığı bir dönemde, Almanya'nın da ırkçı memur ve askerlerine karşı benzer bir tutum takınmaya başlaması da ilginç bir rastlantı oluşturdu. Hükümet, bütün eyaletlerin içişleri bakanları ve Anayasayı Koruma Dairesi, NPD'nin kapatılmasını inceleyen bir Çalışma Grubu oluşturdu. Amaç, ırkçı grupların yuvalandığı NPD'nin kapatılması için tutarlı yasal gerekçeleri hazırlamak. Bu arada aşırı sağcı Cumhuriyetçiler ve Alman Halk Birliği partilerinin durumu da inceleniyor. Muhafazakâr partilerin kamu görevlerinde aşırı sağ ırkçı memurların işten atılması teklifi de önümüzdeki günlerde federal parlamentoda görüşülmeye başlanacak.
Tufan Türenç, 23 Ekim 2000 tarihinde, Hürriyet gazetesinde yayımlanan Almanya'da Karşılaştığımız İlginç Sürpriz başlıklı makalesinde şu bilgileri veriyor:
Daha havaalanında böyle bir sürprizle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim doğrusu. Şaşırıp kaldım. Ama sevinmedim desem yalan olur. Bizim Berlin'e indiğimiz gün yani mübarek cuma günü Federal İçişleri Bakanı ile eyalet içişleri bakanlarının çok önemli bir toplantı yapacaklarını öğrendim. Toplantının konusu şu: Aşırı ırkçı yani faşist NPD'nin (Almanya Nasyonal Partisi) kapatılması kararının alınması. Demokrasiye toz kondurmayan, demokrasi demokrasi diye her fırsatta Türkiye'nin başında boza pişiren bu ülke açısından ne kadar matrak bir durum değil mi? Bu gezinin düzenlemesini yapan Türkiye Araştırmalar Merkezi'nin hazırladığı aşırı yüklü program nedeniyle havaalanından ilk görüşmemizi yapmak üzere Federal İçişleri Bakanlığı'na gittik. Bizi Müsteşar Cornelie Sonntag-Wolgast kabul edecek. Yani şu kapatma olayıyla ilgili sağlıklı bilgiler alabileceğimiz bakandan sonra en yetkili kişi. Müsteşar, 40-45 yaşlarında sarışın bir hanım. Kendisine doğal olarak ilk yöneltilen soru NPD'nin kapatılması oldu. Bayan Sonntag-Wolgast bizi saşırtan, ama keyiflendiren açıklamalar yaptı. "Bu partinin kapatılması için elimizde çok önemli belgeler var. Bu konuda çok titiz davrandık. Hiçbir açık istemiyoruz." Doğal olarak sorular arka arkaya patlıyor: - Demokrasilerde parti kapatmak olmaz. Bunu yapmak için önemli gerekçeleriniz vardır herhalde. Lütfen dikkat, bunu bir Alman bir Türke değil, bir Türk, Alman bir yetkiliye söylüyor. "Elimizdeki belge ve kanıtlara göre bu partinin amacının sistemi değiştirmek olduğunu kesin olarak anladık. Buna izin veremeyiz. Üstelik bu parti kurulduğundan beri, yani 36 yıldır bu görüşlere sahip." - Peki şimdiye kadar neden beklediniz? "Çünkü 4-5 yıldır eyleme dönük hareket etmeye başladılar. Dazlakları yanlarına çekip, onları militan olarak kullanıyorlar." -Ya, demek öyle... "Evet... Bunlar yabancılara, yani insanlara saldırıyorlar, öldürüyorlar. Yani bardağı taşırdılar. Kesin olarak kapatılacaklar. Çünkü bunlar insan onurunun bir bütün olduğunu bilmiyorlar." Vay canına; demek insanlara saldırıyorlar, hatta öldürüyorlar, sistemi değiştirmek istiyorlar ve onun için de kapatılmayı hak ediyorlar. (Hemen aklımıza Sivas olayları geliyor.) "Evet aynen öyle..." (Burada bir parantez açalım. Son zamanlarda bu partinin militanları Yahudilere saldırmışlar. Onun için burada bu partinin suyu ısınıverdi diye ciddi yorumlar var.) Ey büyük Tanrım, sen nelere kadirsin. Türkiye'ye "Parti kapatamazsınız, demokrasilerde parti kapatmak diye bir şey yoktur" diyenlerin söylediklerine ve de yaptıklarına bakın. Bayan Sonntag-Wolgast hiç oralı değil, "Biz kapatırsak olur" diyor. Ben anlayamadım, bu nasıl demokratlık böyle? Bizim politikacılar ve diplomatların gözü aydın. Sanırım bunu bol bol kullanırlar. - Peki demokrasiye zarar veren bu partiyi kapatmak için ne gibi işlemler yapılması gerekiyor? "Önce Federal İçişleri Bakanı ile 16 eyaletin içişleri bakanı toplanıyor. Nitekim bugün toplandılar. Onlar kapatma kararı alıyor. Onlardan sonra başbakanlar toplanıyor. Onlar da aynı kararı alıyor. Ardından bu kararlar hem federal, hem de eyalet meclisleri tarafından onaylanıyor." Müsteşar bayanın verdiği bilgiye göre, işlem şöyle tamamlanacak: "Son olarak hükümet toplanıp, karar alacak. Ve bu partinin kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne başvuracak." Sonra... Sonra, NPD'nin, yani faşist partinin ruhuna Fatiha... Şimdi naçizane bir önerim var. Söyleyin Erbakan'a, hiç buralara adamlar gönderip nefes tüketmesin. Buralarda sistemi değiştirmek isteyon partileri gözlerinin yaşlarına bakmadan kapatıyorlar. Demokrasi memokrasi falan da dinlemiyorlar, haberi olsun. | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:44 am | |
| Ertuğrul Özkök, 14.10.1999 tarihli Hürriyet gazetesine yazdığı Keşke Bugün Orada Olsaydım başlıklı makalesinde şunları yazmıştır:
Devlet Bakanı Mehmet Ali İrtemçelik bugün çok önemli bir toplantı yapıyor. Türkiye'de insan hakları ile ilgili bütün sivil toplum örgütlerinin temsilcilerini biraraya topluyor. Bugün orada, o salonda olmak isterdim. Sırf, İnsan Hakları Derneği Başkanı'nın yüzündeki ifadeyi görmek için. Çünkü devlet, yıllarca kendine karşı zaman zaman haklı, çoğu zaman da çok haksız mücadele vermiş bu örgüte ilk defa kapılarını açıyor. Onu ilk defa muhatap kabul ediyor.
... Orada şu soruyu sormak isterdim.
"İnsan hakları kavramı sadece PKK hakları, siyasi mahkûm veya terörist hakları mıdır? Yoksa bu terörist eylemlerden zarar gören insanların hakları da bu kavram içine girer mi?"
Bu soruyu mutlaka sorardım. Umarım bugün birileri orada hepimiz adına bu soruyu sorar. Çünkü İnsan Hakları Derneği ne yazık ki bu açıdan iyi bir sicile sahip değil. Bu dernek, bugüne kadar PKK ve siyasi suçlular dışında kimsenin hakkı ile ilgilenmedi. Doğu'da öldürülen öğretmenler, onun insan hakkı tarifine giremedi. Onlar için tek satır kınama açıklaması yapmadı. O nedenle de hepimizin göğsünü gere gere savunacağı bir sivil toplum örgütü olamadı. Tam aksine, onu hep bir taraf olarak gördük. Oysa insan hakkı kavramını, dar bir siyasi çerçeveden, sadece kendimize ait bir tariften kurtaramadığımız zaman, şeriatın savunduğu "çok hukukluluk" gibi "çok tarifli" yani keyfi bir insan hakkı kavramı yaratmış oluruz. ... Dünya Bankası'nın yayımladığı "World Development Report 1997: The State in a Changing World" (Dünya Kalkınma Raporu 1997; Değişen Dünyada Devlet) başlıklı raporda daha iki sene önce ifade edilmişti. Raporda şöyle deniyordu: "(Türkiye Cumhuriyeti Devleti) kanun ve nizam hakimiyeti, kamu sağlığı ve temel altyapı gibi alanlarda etkili biçimde kollektif eylemler gerçekleştirmekten acizdir. Dolayısıyla, toplumun bu alanlardaki ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır." | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:45 am | |
| Anayasa Hukuku ile ilgili en değerli eserlerden bazılarını yazmış olan Prof.Dr. Zafer Gören'in bana 22.6.2000 tarihinde faksladığı Avrupa ile Bütünleşme Sürecinde Anayasal Reform başlıklı yazısından bir bölümü aşağıya aynen alıyorum:
"İrtica, Türkiye coğrafyasında demokrasimiz için, Avrupa demokrasisinin duyarlı olduğu ırkçılık kadar önemli bir tehdittir; niteliği ve sonuçları yönünden de ırkçılığa benzetilebilir. Kendisi gibi dini inanç sahibi olmayanların aşağılandığı, 'inanç' temelli bu ayrımcılığın savunduğu miras ve aile hukuku başta olmak üzere, kadın-erkek eşitsizliği temelinde üretilen kurallar irticai, ırkçılık kadar önemli ve duyarlı olunması gereken bir tehdit saymamızın nedenidir. Din temeline dayalı devlet düşüncesinin ulusal iradeyi tanımaması, demokrasinin en temel ilkesi olan 'seçim'in reddi anlamına gelir. Eğitimde de 'insan hak ve özgürlüklerine saygıyı güçlendiren, milli, ırki ve dini gruplar arasında anlayış ve hoşgörüyü geliştiren' (bkz. İHEB, m. 26) bir eğitim anlayışına aykırı bir eğitim anlayışı ve uygulaması, din temelindeki düşüncelerin demokrasi için oluşturduğu tehdidin gücünü ortaya koymaktadır. Bu nedenlerle, 'din temeline dayalı devlet ve toplum projesini savunma' olarak tanımlayabileceğimiz irtica, hem Anayasamızda, hem ona uygun olarak yapılacak yasalarımızda engellenmeli; düşünce, din vn vicdan özgürlüğü gibi temel haklar, irtica tehdidini ortadan kaldıracak ve irticai örgütlenişe fırsat vermeyecek bir içerikle düzenlenmelidir. Anayasamızın 24. maddesinde yer alan 'din vo vicdan hürriyeti'ne son fıkrada eklenmiş 'din istismarı' yasağı, TCK md. 163'ün kaldırılmasıyla somut yasal yaptırım olanağını kaybetmiştir. Din istismarı yasağının yasal düzeyde somut bir yaptırıma bağlanması zorunludur. Anayasamızın tüm kuralları, 10. maddede belirtildiği şekilde, 66. maddede tanımlanan tüm T.C. vatandaşları için aynı hak, görev ve sorumlulukları doğurur. Azınlıkların kültürel kimliklerinin tanınması ve korunması konusu, AB'ne giriş sürecinde gerçekleştirmemiz gereken Kopenhag kriterleri arasında yerini almıştır. Kopenhag kriterlerinin siyasal boyutundaki 'azınlık hakları' konusunun, 'insan hakları' çerçevesine taşınıp, bütün yurttaşlar için demokratik düzenlemeler yapılması bir çözüm olarak düşünülebilir. Anayasa kuralları ve mahkeme kararları çerçevesinde, ülkemizde Lozan'la belirlenmiş azınlık dışında azınlık tanıyamayız. Zaten Avrupa Birliği'nin Kopenhag kriterleri içinde azınlıkların 'tanınması'ndan değil 'korunması'ndan söz edilmektedir."
PKK eylemcileri Türkiye'nin her bölgesinde, hatta Türkiye dışında eylemleri ile insanı hedef almış, bu kanlı eylemlerde Doğu Anadolu'da, İstanbul, İzmir, Antalya ve Antep'de birçok sivil vatandaşımızı, kadın-erkek, yaşlı-genç-bebek ayırdetmeden rastgele vahşice öldürmüş, vatandaşlardan köylerde zorla para ve yiyecek toplamış, çeşitli yerleri silahla taramıştır. Köylerde insanları köy meydanına toplayıp tarayarak öldürmüştür. Bir kısmının evlerini yakarak öldürmüştür. Büyük şehirlerde, örneğin, İstanbul/Çetinkaya alışveriş mağazasını bombalayarak, sivillerin yaralanma ve ölmesine sebebiyet vermiştir. İlçe kaymakamını, cumhuriyet savcısını, görevli memuru, tarayarak öldürmüştür. Okul basarak öğretmenleri öldürmüş ve eğitimi kesintiye uğratmıştır. Orman yakma eylemlerinde bulunmuş, turistik bölgelere bombalı saldırılar düzenleyerek ülke ekonomisine ve doğasına ağır zarar vermiştir. Örneğin Fethiye'de çay bahçesine, Mamaris'te plaja bomba yerleştirerek Alman, İngiliz ve Türk turistlerin ölümüne ve yaralanmasına sebep olmuşlardır. Birçok askeri hedefe, jandarma karakollarına, özellikle hudut karakollarına saldırılar düzenlemişlerdir. Karayollarını keserek durdurdukları araçlardan indirdikleri, askerlik hizmetini yapmaya giden veya Emniyet Teşkilatında ve Silahlı Kuvvetler nezdinde görevli olduklarını anladıkları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını, gözlerini kırpmadan eşleri ve çocuklarının gözü önünde öldürmüşlerdir. Ekonomik değeri yüksek olan hedefleri, örneğin Shell Mobil şirketine ait sondaj kuyusu ile jeneratör, tanker ve karavanları yakmışlardır. Tren ve karayolu ulaşım vasıtalarını durdurarak, görevlileri ve yolcuları öldürmüşler, zaman zaman vasıtaları yakmışlar, rayları sökmüşler, raylara patlayıcı yerleştirmişlerdir. Zaman zaman roketatarlarla tren raylarını ve değişik sivil hedefleri vurmuşlardır. PKK eylemleri sonucunda çok sayıda insanın ölmüş olduğu, pek çok kişinin de sakat kaldığı kayıtlara geçmiştir. Bu örgütün başı olan Abdullah Öcalan, 23 Haziran 1999 tarihinde yaptığı esasa ilişkin yazılı savunmasında şöyle diyor:
"Askeri silahlı çatışma kurumsallaşarak devam edecektir. PKK'nın gerek ülke içi, gerekse dünyanın tüm önemli ülkelerinde ve hudutların her iki tarafında tuttuğu mevziler, kazandığı tecrübe, lojistik alım olanakları, silah temininde kolaylıklar, mali imkânlar, aday temin etme ve daha da artan rezervler, uygun coğrafya ile birleştirilince bu işi yıllarca sürdürebileceği açıktır. Düşük ve orta düzeyde bir savaşı rahatlıkla götürebilir... Askeri-silahlı çatışma boyutunun tehlikeli ve tahripkâr potansiyelini geçmiş ile kıyaslanmayacak kadar bağrında taşıdığını, artarak aktifleşeceğini göstermektedir. Geleceğe ilişkin en tehlikeli yan budur."
6 Kasım 1997, 16 Nisan 1998, 5 Mart 1999 tarihli Hürriyet ve 21 Mart 1998 tarihli Cumhuriyet gazetesinde verilen haberlerden anlaşıldığı gibi:
ABD, PKK'nın Washington'da büro açmasına izin verirken, Teksas'ın bağımsızlığı için mücadele eden ayrılıkçı örgütün lideri Richard Mc Loren'a 99, ikinci adamına 50 yıl hapis cezası verdi. 1972 ABD başkanlık seçimlerinde Gerald Ford'un rakipleri arasında seçimlere katılan Komünist Parti Başkan adayı Alan Maki, Amerika'da gördüğü baskılar ve oğlunun Michigan eyaletinde silahla vurulması nedeniyle Kanada'dan sığınma hakkı istedi. ABD, imza koyduğu uluslararası anlaşmaların bağlayıcı hükümlerine karşın, Lahey Uluslararası Adalet Divanı'mn kararına uymadı ve cinayetten yargıladığı Paraguay vatandaşı Angel Fransisco Breard'ı idam etti. Aynı işi, Almanya Adalet Bakanı Herta Daeubler Gmelin'in "devletler arası hukukun ihlali" biçimindeki itirazlarına karşın, Alman iki kardeşi idam ederek tekrarladı. | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:45 am | |
| Serdar Turgut, 21 Kasım 1999 tarihli Hürriyet gazetesine yazdığı Açık ve Yakın Tehlike başlıklı makalesinde şöyle diyor:
"Kürtlerin Türklerden daha hızlı üremeyi başardıkları, bu nedenle de 21'inci yüzyılın ilk yarısında Türklerin azınlığa düşecekleri şeklinde bir teori biliyorsunuz ki var. Bu teori ilk ortaya atıldığında ben çok keyiflenmiştim. Biliyorsunuz bizim memlekette bütün aydınlar durmadan azınlık haklarından bahsederler. Bizim haklarımızı elde etmemize sahip çıkan, bunu savunan bir Allah'ın kulu bile şu anda yok. Bir Kürtle yan yana sokakta yürürken, polis ikimizi de aynı anda dövse, ertesi gün Kürtün nasıl da devlet baskısına maruz kaldığı bangır bangır bağırılır. Belki uluslararası bir durum bile yaratılır bundan. Benim gariban başıma gelenler için ise kesinlikle tek bir örgüt bile parmağını kıpırdatmaz. Hatta dayak yememe içten içe sevinen örgütler bile çıkar. Azınlığa düşersek eğer bir gün, belki ancak o zaman bizim de sorunlarımızı dinlerler, belki bizi de adam yerine koyarlar, işte bunun için çok sevinmiştim bu gelişmeye."
Margret Thatcher, İngiltere Başbakanı iken, İRA'ya ilişkin haber ve yazılar konusunda medyaya kısıtlama getirirken, daha açık bir deyimle sansür koyarken, "Medya terörizme reklam oksijeni veriyor," demiştir. Aydınlarımız ardı ardına "çıkar amaçlı suç örgütlerinin faaliyetlerinden rahatsız olduklarını" söylüyorlar, ancak alınması gereken önlemlerin hepsine de "demokratlık" adına karşı çıkıyorlar. 12 Kasım 2000 tarihli Sabah gazetesinde Güngör Mengi'nin İtalyan Usulü başlıklı makalesinde yazdıklarına ne dersiniz:
Suç örgütleri halkı soyuyor, siyasi güç iddiası kazanıyordu. Mafya ile savaş, cezaevlerini doldurdu ama soygunu durdurmadı. Roma'daki arkadaşımız Yasemin Taşkın'ın İtalya Cezaevleri Genel Müdürü Gian C. Caselli ile yaptığı mülakat, çözümün İtalya modeli olduğunu gösteriyor. Caselli'nin mafya ve cezaevi konusundaki sözleri dün Sabah'ın manşetinde özetlenmişti: "Hücreye tıkın, belini kırın!" İtalya bu savaşı kolay kazanmadı. "Bir dönem mafya liderleri, dışarda olduğu gibi hapishanede de patron konumundaydılar. Dışarıyla iletişim kurabiliyorlardı. Bu da suç işleme, adam kaçırma, uyuşturucu kaçakçılığı, öldürme emirleri vermek anlamına geliyordu. Mafya devletten daha güçlü idi." Gian C. Caselli İtalya'yı değil de sanki Türkiye'yi anlatıyor. İki mafya babasının Uşak Cezaevi Müdürü'nün makam odasındaki meydan okuyan görüntüsü, devletin uğradığı felaketin "hatıra fotoğrafı" değil mi? Bütün şartlarını kabul ettirmiş bir mafya babasının "En büyük devlet" narası, devlet için acıklı bir alay değil mi? Benzer çöküş karşısında İtalya'da ilk bayrağı açan savcı Falcone olmuştu. Ve Falcone 1992 yılında öldürüldü. Bu olay toplumda bir seferberlik ruhu yarattı. O yıl hukuk fakültelerine başvuran gençlerin sayısında patlama oldu. Bütün savcılar Temiz Eller'de görev almak için sıraya girdi. Savaşta askere yazılan vatanseverler gibi bir gönüllüler ordusu oluştu. Türkiye de harekete geçmek için Falcone benzeri bir şehit vermeyi mi bekliyor? İnsanlık tecrübesi evrenseldir. İtalya modeli dururken çözüm tartışmak, zaman israf etmek, devleti ve adaleti tahrip etmektir. İtalya çete başlarını hücreye tıktı, dış dünya ile bağlantısını kesti, cezaevlerini buna göre düzenledi ve her şeyi özel sınavla alıp özel eğitimden geçirdiği personele teslim etti. Bizdeki cezaevi düzeni ıslah edilemez. Aynı yeniçeri ocağı gibi. Vak'a-i hayriyye lazım! | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:45 am | |
| Metin Aydoğan, Aralık (1999) ayında Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye adını verdiği iki ciltlik kitabını yayımladı. USİAD büyük onur ödülünü de alan bu kitap, Türkçe olarak yayımlanmış en önemli eserlerden biri. Her Türk aydınının mutlaka okuması gerektiğine inanıyorum. Bu kitaptan, çeşitli konulara değinen o kadar çok not almışım ki, hepsini buraya yazsam, telif haklarına ilişkin tüm yasaları ihlal etmiş olurum. Kitabın öneminin anlaşılabilmesi için, çeşitli konulara değinen birkaç bölümü nakletmekle yetineceğim:
1911'den beri aralıksız 7 yıldır yoğun bir savaş ortamında bulunan 15 milyonluk Türkiye, aktif erkek nüfusunun 2 milyonunu kaybetmişti. Nüfusun % 90'ı köylüydü ve okuma yazma oranı % 10'un altındaydı. Aydınlar arasında antiemperyalist bilince dayalı bağımsızlık istemi hemen hemen hiç yoktu. Ordular dağıtılmış, silahlara el konmuştu. İstanbul hükümeti tam anlamıyla teslim alınmıştı. Halk savaşacak durumda değildi. Kimsenin geleceğe yönelik umut ve önerisi yoktu. ... Kurtuluş Savaşı sırasında, tifo, tifüs, kolera, trahom, verem, sıtma, çiçek, şif iliz Anadolu'da kol geziyordu. 13 milyon nüfusun yarıya yakını bu hastalıklardan birine yakalanmıştı. Bazı vilayetlerde hastalıklı insan oranı yerel nüfusun % 86'sına ulaşıyordu. 1923 yılında 3 milyon trahomlu hasta vardı (nüfusun dörtte biri). Sıtmalı köylüler kimi yörelerde, hastalık nedeniyle, hasat yapamayacak kadar bitkin düşmüşlerdi. 93 Rus Savaşında Türk Ordusu, Ruslara değil, tifüse yenilmişti. Savaşlar dışında, Türk toplumu, genel olarak tıptan yararlanamaz durumdaydı. Özellikle kadın nüfus, doktor nedir bilmezdi. Kadınların, özellikle genç kızların şer-i gelenekler gereği, erkek doktora muayene olması yasaktı. ... Bir Türk doktoru 1916 yılında tuttuğu günlüğüne şunları yazmıştı: "Buraya getirilen hastalar, cidden acınacak durumdadırlar. Kirli ve bitli olmaları bir yana, daha kötüsü açlıktan ölmek üzeredirler. Aylık ortalama ölü sayısı 900 kadardır." Bir Alman doktor ise Elazığ'da şunları yazmıştı: "Zayıflamış ve takattan düşmüş insanların ne öl- çüde dayanıksız oldukları, en basit olaylarda bile gözüküyor. İnsanları ameliyat etsek ölüyorlar, ameliyat etmesek yine ölüyorlar." ... İngiltere Başbakanı Lloyd George, "Anadolu'daki başarısızlığı" gerekçe gösterilerek verilen gensoru ile Başbakanlıktan düşürüldü. Lloyd George parlamentoda kendini savunurken şunları söylüyordu: "Arkadaşlar! Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğe bakın ki o dâhi çağımızda Türklere nasip oldu ve benim karşıma çıktı." ... Gandhi'nin kayınpederi ve Hindistan Genel Valisi şu sözlerle dile getirmiştir: "Biz, ****** büyük devletlere başeğdirinceye kadar, bir Doğu ulusunun tutsaklıktan bütünüyle kurtulabileceğine inanmıyorduk. Bizim amacımız 'özerklik' ile sınırlıydı. Ne zaman ki ****** Kurtuluş Savaşını başardı, Lozan'da büyük devletlere boyun eğdirdi parolamızı 'bağımsızlığa' çevirdik." Bu saptama gerçekte sadece Hindistan için değil, birinci dünya savaşından sonra hızlı yayılan bütün ulusal kurtuluş hareketleri için geçerlidir. ... Lozan görüşmelerinde o günkü yoksulluğa karşın, emperyalist devletlere karşı gösterilen ulusçu direncin ne anlama geldiğini gösteren en iyi örnek, İsmet İnönü'nün 1962 yılında Kıbrıs bunalımı sırasında söylediği, itiraf niteliğindeki sözleridir: "Daha bağımsız ve kişilik sahibi dış politika izlenmesini istiyorsunuz. Herkes aynı şeyden söz ediyor. Nasıl yapacağım ben bunu? Karar vereceğim ve işi teknisyenlere havale edeceğim. Onlar ayrıntılı çalışmalar yapacaklar ve öneriler hazırlayacaklar. Yapabilirler mi bunu? Hepsinin çevresinde uzman denen yabancılar oldu. İğfal etmeye çalışıyorlar. Bir görev veriyorum, sonucu bana gelmeden, sefirden öğreniyorum. Bağımsızlık savaşından sonra Lozan'da barış antlaşmasında esas mücadele bu uzmanlar konusunda oldu. Yoksa sınırlar zaten fiili durum idi. Tazminat işini iki devlet aramızda çözerdik. Bütün mücadele idaremize tasallut yüzünden çıktı. Bir tek uzman vermek için büyük ödünlerde bulunmaya hazırdılar. Dayattık. Biz onların neden ısrar ettiklerini biliyorduk. Onlar, bizim neden inatla reddettiğimizi biliyorlardı. Böyledir bu işler. Peygamber edasıyla size dünyaları vaadederler. İmzayı attınız mı ertesi gün gelmişlerdir. Personeli gelmiştir, teçhizatı gelmiştir, üsleri gelmiştir. Ondan sonra sökebilirsen sök. Gitmezler. Ancak bu sorunun üzerine vakit geçirmeden eğilmek gerek. Yoksa ne bağımsız dış politika, ne bağımsız iç politika güdemezsiniz. Havanda su döversiniz. Fakat sanmayınız ki bu kolay bir iştir. Denediğinizde başınıza neler geleceğini kestiremem." ... ABD Savunma Bakanı Mc Namara 1962 yılında, Temsilciler Meclisi Tahsisat Komitesi'nin Alt Komisyonunda yaptığı konuşmada Kongre'ye şu bilgileri veriyordu: "Birleşik Devletler ve yabancı ülkelerdeki askeri okullarımızda ve eğitim merkezlerimizde seçme subaylar ve önemli mevkilerde bulunacak uzmanları eğitmemiz askeri yardım yatırımlarımızdan sağlanan faydaların herhalde en önemlisidir. Bu öğrenciler ülkelerine dönüşlerinde eğiticilik görevlerini orada sürdürecek olan ve hükümet yetkililerince seçilmiş görevlilerdir. Bunlar gerekli bilgilerle donatılmışlardır. Onlar burada edindikleri bilgileri kendi ülkelerine taşıyacak olan geleceğin liderleridir. Amerikalıların ne yapmak istediklerini ve nasıl düşündüklerini gayet iyi bilirler. Bunların liderlik mevkilerine gelmelerinin bizim için ne kadar önemli olduğunu belirtmeye ayrıca gerek görmüyorum. Böyle dostlara sahip olmanın değeri ölçülemeyecek kadar çoktur." 1960'lı yılların sonlarında ABD hükümeti, Amerikan Yardım Teşkilatı'nın (AID) Türkiye'deki verimini saptamak için bir uzman gönderir. Richard Podol isimli bu "uzman" raporunda şunları söylüyor: "Yirmi yıldan fazla zamandan beri Türkiye'de faaliyette bulunan yardım programı bir zamandan beri meyvelerini vermeye başlamıştır. Önemli mevkilerde Amerikan eğitimi görmüş bir Türkün bulunmadığı bir bakanlık ya da KİT hemen hemen kalmamıştır. Genel müdür ve müsteşarlık mevkilerinden daha büyük görevlere kısa sürede geçmeleri beklenir. AID bütün gayretlerini bu gruba yöneltmelidir. Geniş ölçüde Türk idarecilerini indoktrine etmek gerekir..." (İndoktrine'in sözlük anlamı: Beyin yıkamak, bir inancı veya öğretiyi kafaya sokmak, fikir aşılamak.) | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:46 am | |
| Erzincan Senatörü Niyazi Unsal, 18.5.1976 günü TBMM'de şu konuşmayı yapıyor:
..."Tek tip silaha bağlanmada hata yaptığımızı yeni anlıyoruz" diyen adam, tek tip silaha bağlanmamızı sağlayan anlaşmaların altında imzası olan kimsedir. Aradan 20 yıl geçmiştir, hata yaptığını söylemektedir. Aynı kimse, Devletimizin haber alma örgütünün CIA ile iç içe çalıştığını ileri sürmektedir. ClA'nın haber alma örgütümüzle organik bağları bulunduğunu söylemektedir. Bununla da kalmayarak, ClA'dan korktuğunu açıklıyor. Bakan, aynen şöyle diyor, Dışişleri Bakanı Sayın Çağlayangil: "CIA yapar, organik bağları ile yapar. Benim İstihbarat Şefim farkında bile olmadan CIA benim altımı oyar. Elinde imkânı var adamın; girmiş, benim içimde." Öyle de bir söylüyor ki, "Girmiş" de demiyor, "İnfiltre" sözcüğünü ustalıkla kullanıyor; yani sızmış, sinmiş, eme eme girmiş içimize demek istiyor, Sayın Çağlayangil. İşte biz bu noktada, yalnız bu noktada birleşiyoruz Sayın Çağlayangil ile. Cidden Amerika Birleşik Devletleri içimize sine sine, sıza sıza, emile emile girmiştir. Ama bu sızmada, bu sinmede başta bu sözü söyleyen Sayın Çağlayangil'in ve onun ülküdaşlarının, yandaşlarının büyük payı vardır, büyük suçu vardır. O söylemese de, o açıklamasa da, demese de, bu suçu açığa çıkaracağız ve yapanların boyu ile bu suçu ölçeceğiz; işledikleri suç, boylarını aşmıştır bunların. Çağlayangil bu açıklamayı yaptıktan sonra bunun üzerinde önemle ve öncelikle durmamız gerekir. Yeni yapılan anlaşmaya da ister istemez kuşku ile bakmamız gerekir. Yıllardır Türkiye'nin bulunmaz dostu, tek desteği olarak tanıtılan Amerika Birleşik Devletleri, şimdi aynı ağızlardan Türkiye'nin altını kazan, altını oyan ülke olarak tanıtılıyor. Bunların hangisine inanacağız, kime güveneceğiz? (Konuşmanın tam metni için bakınız, Cumhuriyeti Çürütenler, Niyazi Unsal, 1999,5.460.) | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:46 am | |
| Avrupa Birliği'ne alınacağımıza kolaylıkla inanan aydınları 'artist yapılacağına inandırılarak kandırılan kızlar'a benzetmiştim. Elbette bu görüşe varmam sebepsiz değil. Bu konuda aldığım bazı notlar aşağıdadır:
Der Speigel'de çıkan bir makalede şöyle deniyor: "Türkiye'nin Birliğe girme şansı hiç yoktur. Türkiye'yi bütün bütüne İran-Irak çizgisine kaymaması için oyalıyoruz." (Engin Ardıç, Star gazetesi, 15.12.1999.) Avrupa Parlamentosu Hıristiyan Demokratlar Grubu Başkanı Alman Hans Pottering, Türkiye'nin üyeliğine, "Avrupa Birliği'nin siyasi, kültürel ve ekonomik doğasını değiştireceğini" söyleyerek karşı çıktı. Zeynep Atikkan, 21.12.1999 tarihli Hürriyet gazetesinde şu bilgileri veriyor:
Türkiye'ye adaylık statüsü verilmesine karşı açık bir tavır alan Fransız sağının oldukça etkili isimlerinden Valery Giscard d'Estaing Milliyet'ten Kadri Gürsel ve benimle yaptığı görüşmede şöyle diyor: "Türkiye'ye gerçek durum söylenmiyor. Türkiye'nin adaylığını kabul edelim, diyenlerin gerçek eğilimi Türkiye'nin AB'ye asla üye olamayacağı yönünde. Onların, Türkiye ile ilişkilerini başından beri dürüstlük ve vakar içinde sürdürmediklerini görüyorum." Valery Giscard d'Estaing'nin yorumuna göre AB, "Birbirine benzeyenlerin birliği. Yunanistan ise bu birliğin doğal bir parçası. Çünkü Avrupa'nın siyasal kültürü Yunan medeniyetine çok şey borçlu."
19.4.2000 tarihli Radikal gazetesinde emekli Büyükelçi Gündüz Aktan şu bilgileri veriyor:
... Öte yandan, Le Point adlı Fransız dergisinin 18 Şubat tarihli nüshasında yayımlanan bir mülakatta, orta sağ UDF partisinin şimdiki başkanı François Bayrou, eski başkanı d'Estaing gibi, Türkiye'nin adaylığına karşı çıkıyor. Bayrou, "Örneğin Polonya ve Romanya, bizim gibi Avrupa uygarlığına ait. Türkiye ise farklı bir tarih, uygarlık ve topluma ait. Bu husus Türkiye'ye ilişkin anlaşmazlığımızı tam olarak izah ediyor," diyor. Bir başka yerde, 100 milyona ulaşacak nüfusuyla, radikal biçimde farklı toplum yapısıyla Türkiye'nin katılımı halinde (AB'de) 'patlama' ve 'yok olma' 'riski' bulunduğunu ifade ediyor.
Nilgün Cerrahoğlu, 10.1.2000 tarihinde Milliyet gazete'sine yazdığı "Kilise, Türkiye'nin Avrupa Birliği Adaylığına Karşı" başlıklı makalesinde şu bilgileri veriyor:
İtalyan piskoposlarının gazetesi L'Avvanire, 3 Ocak 2000 günlü sayısında şunları yazdı: "Müslüman Türkiye'nin AB'ye girmesi kimliğimize gölge düşürür. Bu üyelik, yan yana büyüyen Hıristiyan gelenekleri ile şekillenen Avrupa medeniyetlerinin temelindeki ittifakları sarsar. Unutmamalı 'Avrupa Fikri' başlı başına 'Düşman Türklere' ve Türkiye'nin başını çektiği İslam dünyasına karşı gelişti. Ankara ile yakın ilişkiler geliştirmeye evet. Ama farklı tarihi ve kültürel gerçekler farklı kalmalıdır."
1.9.2000 tarihli Müdafaa-i Hukuk gazetesinde Prof. Dr. Cihan Dura şu bilgiyi veriyor:
Basında (Cumhuriyet, 23 Şubat 2000) yer alan ve Almanya'da yapılan bir kamuoyu araştırmasının sonuçlarını aktaran bir haber de, AB ülkelerinde "kültürel sakınca"nın hiç de yabana atılır bir faktör olmadığını gösteriyor. Anket, ülkenin önde gelen kamuoyu araştırma kurumlarından Allensbach Enstitüsü tarafından yapılmış. Araştırmanın sonuçları şöyle: 1) Alman halkı; genel bir eğilim olarak, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğine "Hayır" diyor! Her dört Almandan yalnızca biri, Türkiye'nin AB'ye üye olmasından yana. Almanların % 75'i Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girmesine sıcak bakmıyor. % 52'si kesinlikle karşı. 2) Bu olumsuz tutum, tüm siyasal parti yanlıları tarafından paylaşılmakta. Hatta SPD, Yeşiller gibi "AB üyesi Türkiye" tezini savunan partileri destekleyen Almanlar tarafından da!.. Örneğin, Türkiye'nin AB adaylığı için büyük çaba gösteren ve Helsinki'deki sonuca sahip çıkan SPD yanlılarının yalnızca % 25'i, Ankara'nın Brüksel'de temsil edilmesine olumlu bakıyor. Yeşiller yanlısı Almanların ise, % 60'a yakını üyeliğe karşı çıkıyor. Oran, Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) ve Hıristiyan Sosyal Birlik (CSU) partilerinde de aynı düzeyde. | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:46 am | |
| Prof. Dr. Faruk Şen'in (Türkiye Araştırmalar Merkezi Başkanı) 23.2.2001 tarihinde, EGE-KOOP'un 10. Eğitim Semineri'nde dağıttığı Avrupa Birliği'nde Kamuoyu Türkiye'nin Adaylığına Nasıl Bakıyor başlıklı makale:
Eurobarometer her altı ayda bir, Avrupa Birliği'ne üye olması öngörülen, aday ülke statüsündeki ülkeler ile Norveç ve İsviçre'yi de içeren bir kamuoyu araştırması yürütüyor. AB'nin genişlemesi konusunda AB ülkeleri kamuoylarının tavrı konulu bu araştırma, şu anda AB üyesi olan 15 ülkede, her ülkede 2400 kişiye yöneltilen sorulara alınan cevapların değerlendirilmesi ile ortaya çıkıyor. En son araştırmanın sonuçlarına baktığınız zaman, ilginç sonuçlar görüyorsunuz. AB'nin genişlemesi kapsamında üye olması en fazla istenen ülke, yüzde 71'lik oranla Norveç. İkinci ülke ise yüzde 70'lik oranla İsviçre. Kuşkusuz bu iki ülkeyi, genişleme kapsamına alınan diğer ülkelerin dışında tutmamızda yarar var. Zira bu iki ülke AB'ye tam üye olmak için bir başvuruda bulunmuş değil. Diğer 13 ülkeye bakıldığında AB'de en fazla görülmek istenen ülke, yüzde 49 ile Malta. Şimdi şu soruyu sorabiliriz: Acaba Avrupa Birliği'nde üye olarak görülmesi en az istenen ülke hangisi? Bu sorunun cevabını, araştırma, yüzde 30'luk bir oranla Türkiye olarak veriyor. Yüzde 34'lük oranlarla Romanya ve Slovenya da Avrupa Birliği kamuoyu tarafından istenmeyen ülkeler kategorisine giriyorlar. İşin ilginç yönü, AB ülkeleri kamuoylarına yöneltilen sorulara verilen cevaplarda en olumsuz sonuçların Alman kamuoyundan gelmiş olması. Alman halkının yalnız yüzde 20'si Türkiye'nin tam üyeliğine evet derken, Türkiye'yi en fazla üye olarak görmek isteyen ülke ise AB'nin küçük ülkelerinden İrlanda.
Neler Yapılabilir?
Eurobarometer önümüzdeki nisan ayında bu konuda yeni bir araştırma yapacak. O zamana kadar ülkeler bazında Türkiye'yi en az AB üyesi olarak görmek isteyen Almanya, Yunanistan, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerden hareket edersek, Yunanistan dışında insanlarımızın en fazla yaşadığı ülkelerde bu tepkinin ortaya çıktığını görüyoruz. Demek ki, en başta Almanya, İngiltere ve Fransa olmak üzere kamuoyu oluşturulmasına ağırlık vermek gerekiyor. Yunanistan'daki tepki kamuoyu yönlendirmesi ile çözülecek sorunlar değil. Türkiye bu konuda bazı somut adımlar atıyor. Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz Avrupa Birliği'nden sorumlu olarak Almanya başta olmak üzere, belirli ülkelerde lobi ve araştırma şirketleri ile anlaşmaya başlıyor. Beni en çok ilgilendiren yüzde 20'lik bir oranla Türkiye'nin AB'ye üyeliğini onaylayan Almanya'da yüzde 61'lik bir kesimin AB üyeliğimize karşı çıkıyor olması. Yüzde 19'luk bir bölüm ise kararsızlığını belirtmiş. Şu anda Avrupa Birliği bütçesinin yüzde 26'sını ödeyen Almanya, hükümet açısından Türkiye'ye en fazla yeşil ışık yakan ülke konumunda. Fakat kamuoyunun tepkisi diğer ülkelerden çok daha fazla. Bu nedenle, geçtiğimiz aylarda, "yalnız hükümetlerin Türkiye'ye sıcak yaklaşması yetmez, o ülkelerin kamuoyları da hükümetleri etkiler" diyen Günter Verheugen'in sözlerine kulak vermemizde yarar var. Önümüzdeki nisan ayında gerçekleştirilecek araştırmaya kadar gerek Türkiye, gerekse Türk sivil toplum örgütleri, belirli ülkeleri kendilerine baz alarak, bu ülkelerin kamuoylarını etkileme konusunda faaliyet gösterebilirler. Bunların başında da kültürel, sportif ve politik aktiviteler gelmelidir.
AB'de Türkiye Karşıtları
376 milyonluk AB ve Almanya'da Türkiye'nin karşıtlarının oldukça çok olduğu görülmektedir. AB'nin 15 ülkesindeki kamuoylarına yönelik araştırmalara bakıldığı zaman, Türkiye'nin üyeliğini en sıcak karşılayan İrlanda, İspanya ve Portekiz kamuoyları olurken, Türkiye'yi istemeyen kamuoylarının en başında Almanya, Avusturya, Lüksemburg ve Yunanistan'dakiler gelmektedir. Yunanistan'ın konumu konusunda herhangi bir yorum yapmaya gerek yok iken, AB bütçesinin yüzde 26'sını ödeyen Alman kamuoyu başta olmak üzere diğer önemli ülkelerdeki gelişmelerle, bu ülkelerdeki bazı kuruluşları kısaca bir incelemekte yarar var. Türkiye'nin tam üyeliğine, Almanya'da Göttingen'de faaliyetlerini sürdüren "Tehdit Altındaki Halklarla Dayanışma Komitesi" ve Frankfurt'ta faaliyetlerini sürdüren "Medico International" en fazla karşı çıkan iki örgüttür. Tehdit Altındaki Halklarla Dayanışma Komitesi özellikle Ermeni sorununu Federal Alman Parlamentosu'na getirmek istemekte ve Kürt konusunu Alman kamuoyuna çarpıtarak yansıtmaktadır. PKK'ya sempatisi ile bilinen Medico International aynı şekilde Türkiye'yi dışlayıcı tavrını sürdürmektedir. Almanya'da Türkiye'ye karşı tavır koyan partilerin başında, Hıristiyan Demokrat ve Hıristiyan Sosyal Partileri gelmekte. Bavyera'da Bavyera Partisi olarak geçen Hıristiyan Sosyaller son yaptıkları genel kurulda Türkiye'ye verilen adaylık statüsünün bir hata olduğunu dile getirerek, bu konuda bir halk oylamasına gidilmesi ve Türkiye'den bu statünün geri alınmasını istemeye kadar gitmektedirler. Aynı gerekçelerle İslam ve ayrı kültür dünyası tezlerini ortaya çıkararak Almanya'nın ikinci büyük partisi olan Hıristiyan Demokratlar'la, Türkiye'nin adaylığına karşı çıkmaya devam etmektedirler. Yeşiller Partisi'nin belli bir fraksiyonu kendi seçmenini düşünerek, Türkiye'ye karşı bir politika uygulamaktadır. Esas Türkiye'ye karşı gelişmeler, Avrupa Parlamentosu'nda Hıristiyan Demokratlar'ın oluşturduğu Avrupa Parlamentosu Hıristiyan Demokratlar Grubu'nda görülmektedir. Bu konuda Belçika'dan Fransa'ya, Almanya'dan Avusturya'ya kadar bir konsens vardır ve Türkiye'nin AB'de yeri olmayacağından hareket edilmektedir. Türkiye'ye devlet politikası olarak karşı çıkan ülkeler arasında Lüksemburg 1997'den beri başı çekmekte, 400.000 nüfusu ile 63 milyonluk Türkiye'nin AB içinde yer almasından büyük korku duymaktadır. Lüksemburg'taki gelişmelere baktığımız zaman, AB'nin en küçük ülkesinde Türkiye'ye karşı bütün parti ve sivil toplum örgütlerinin de aynı yaklaşıma sahip olduğu görülmektedir. Genel olarak Gümrük Birliği'ne ilk başlarda karşı çıkan ve sonra zoraki bir şekilde onay veren AB'deki sosyalist partilerin Türkiye'ye yaklaşımları çok ılımlı bir hale gelmiş ve 15 AB ülkesinin 13'ünde iktidar olan sosyal demokratlar ve sosyalistlerin Türkiye'ye yakınlıkları gözlenmeye başlanmıştır. Genel olarak Eurobarometre'nin son iki araştırmasına baktığımız zaman AB tarafından aday statüsü verilen 13 ülke arasında en fazla karşı çıkılan ülke Türkiye olarak ortaya çıkmaktadır. 15 AB ülkesinde Türkiye'nin AB üyeliğine destek verenler sadece yüzde 30 sınırında kalmaktadır. | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:47 am | |
| 5 Kasım 2000 tarihli Milliyet gazetesi Türk Korkusu başlığıyla şu haberi verdi:
Almanya'nın eski başbakanlarından Helmut Schmidt, "Avrupa'nın Kendini İdamesi - 21. Yüzyıl İçin Perspektifler" adlı kitabında, Türkiye'yi 'yerden yere vurdu'. Schmidt, kitabının Türkiye'yle ilgili görüşlerini aktardığı bölümüne, İslam-Avrupa ilişkisinin kısa tarihçesini vererek başlıyor. Bu kısa girizgâhın ardından "Türkiye'nin AB'ye niçin alınmaması" gerektiğini kendi tezleriyle anlatıyor. Schmidt'in kaleminden, kitabındaki Türkiye yorumu, ana başlıkları ile özetle şöyle: "Bundan 20 yıl kadar önce bir Türk bakan, yüksek doğurganlık nedeniyle Türkiye'nin 20. yüzyılın sonuna kadar Almanya'ya 20 milyon insan daha göndereceğini söylüyordu. Buna o zaman karşı çıktım. Gelecekte yaşanacak böylesine dev bir göçün, en azından Avrupa sathındaki dolaşıma ciddi sınırlamalar getirilmesi sonucunu doğuracağını düşünüyordum. Ve büyük olasılıkla bu durum, bundan da ciddi sorunlar çıkaracaktı. Türkiye'nin nüfusu, şu anda 65 milyon. 35 yıl içinde bu sayı 100 milyona çıkacak. 21. yüzyılın sonlarına doğru Türkiye'nin nüfusu, Fransa ve Almanya'nın toplamı kadar olacak. Türkiye'yi AB'ye almak isteyenlerin bu rakamları akıllarında tutması gerek. Sorulması gerekenlerden biri de, Türkiyeli bir AB'nin nasıl 'ortak dış politika' uygulayabileceği. Türkiye'nin Suriye, İran ve İrak'la sınırı var ve Yunanistan'la yüzyıllardır sürtüşmektedir; ki bu sürtüşmenin tek nedeni Kıbrıs değildir. Türkiye, bölgede kendi çıkarları olduğu için Ortadoğu'da yaşanan her savaşa, endirekt de olsa karışmıştır. İkinci Dünya Savaşı galibi ülkelerin Osmanlı'nın paylaştırılması sırasında 'ne yazık ki1 bir devlet kurmalarına izin vermediği Kürtlerle sorunu da sadece Türkiye'yi değil, İrak'ı da etkilemektedir. Türkiye'yle Rusya arasındaki yüzyıllardır süren kin, özellikle Orta Asya'daki cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanması sonrası, her an yeniden canlanabilir. Sünni-islami cumhuriyetlerde halen bugünkü Türkçeye benzer bir dil konuşulmaktadır ve bu dilbirliği Çin'in batısındaki Sinkiang bölgesine kadar uzanmaktadır. Ayrıca, yine Orta Asya'daki petrol ve doğalgaz hatları nedeniyle, bölgedeki 5 eski cumhuriyetinin bağımsızlığını halen hazmedemeyen Rusya'yla Türkiye arasında tansiyonu yüksek çıkar sürtüşmeleri olacaktır. Türkiye kendini günümüzde, Batıyla Doğu bloku arasında soğuk savaş dönemine oranla çok daha karmaşık bir durumda bulmuştur. Bugünkü ABD politikacıları için de Türkiye halen üç konuda en önemli dayanaktır: ABD'nin Orta Asya'da etkin olma stratejisi, Rusya ve AB'ye karşı politikalar, işte bu nedenler, Washington'un, Türkiye'nin AB'ye alınması için baskı uygulamasının sebepleridir. Tüm jeopolitik bağlantıların yanı sıra Türkiye'nin AB'ye alınması bağlamında gözden kaçırılmaması gereken önemli kültürel farklar da var. Türkiye, Mustafa Kemal ******'ün 1920 ve 1930'lardaki reformları sayesinde laik bir devlettir. İran'ın aksine din ve devlet işlerinin ayrılması başarılmış, Irak ve Suriye'den farklı olarak da işleyen bir parlamenter de- mokrasi kurulmuştur. Yine de gerçek kudret Cumhurbaşkanı başkanlığındaki Milli Güvenlik Kurulu'nun (MGK) elindedir ve burada üst kademe komutanlara karşı karar alınamaz. Komuta kademesi, Kemalist reformların idamesini sağlar, yeniden İslamileşmeye karşı durur ve insanların bugüne kadar olan hayatlarını sürdürmesini sağlar. Ordunun en üst kademesi, laisizmi özümsemiş Türkler için büyük bir güven verse de, ironik bir şekilde demokrasiyi de sınırlar. Tüm bunlara rağmen yeniden İslamileşme yapılanmasının sonu belli değildir ve aşırı dincilik tekrar gündeme gelmiştir." Helnnut Schmidt, kitabında Avrupa Birliği'nin genişlemesine de karşı çıktı. "Türkiye'yi defalarca ziyaret ettim. Başbakanlığım döneminde Türkiye'ye uluslararası kredi verilmesi için büyük çabam oldu. Kendimi o zaman olduğu gibi bugün de Türklerin yakın bir dost ve komşusu olarak gördüm. Tüm bunlara rağmen Fransa eski Dışişleri Bakanı Andre François Ponchet'in, Türkiye, AB dışında bırakılmalı' görüşüne katılıyorum. Türkiye'yle Avrupa arasındaki kültürel farklar, Rusya ve Ukrayna ile aramızdaki farklardan çok daha derindir. Türkiye'yi AB'ye almak isteyenlerin, ileride AB'ye girmek isteyebilecek Mısır, Fas, Cezayir veya Libya gibi ülkelere nasıl bir argümanla karşı koyacağını da hesaplaması gerekir. Mısır ve Fas'ta, Türkiye ile benzeşen bir politik yapılaşma sorunu ile uğraşmak zorunda kalırız. Tüm bu ülkeler, başka bir kıtanın sınırları içindedir. Ve AB'nin Asya ve Afrika'ya doğru genişlemesini istemek büyük ve ciddi bir yanlış olur. Tüm bunların da ardında, Avrupa Konseyi'nin resmi olarak Türkiye'yi AB'ye aday adayları arasına aldığı gerçeği kalır. Bu durum da, 1960'ların başında alınan genişleme programına ve ABD'nin ciddi baskısına dayanmaktadır. Tabii ki, Avrupalı liderler bunun arkasını da düşünmüşlerdir. Aslında Avrupalı devlet ve hükümet başkanlarının güvendiği, Türkiye'nin 'görülebilir gelecekte', diğer aday ülkeler için de zorunlu olan koşulları yerine getirebilecek durumda olmadığı ve daha da önemlisi sınırları içindeki büyük Kürt nüfusuna 'azınlık hak ve koruması' sağlayamayacağı gerçeğidir. Aslında, Türkiye'ye karşı açık kartlarla oynamak yerinde olurdu. Bundan 40 yıl öncesine dayanan ikinci genişleme programı, bugünkü AB'yi bağlayamaz. Çünkü AB, geçen zamanda farklı bir noktaya gelmiştir. Türkiye'nin ihtiyacı olan, geniş çaplı bir asosasyon, kooperasyon ve karşılıklı sınır özgürlüğüdür; AB, böyle bir anlaşma için kendini hazır bulabilir." | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:47 am | |
| Bu konuda da en doğru ve bilimsel değerlendirmeler, Metin Aydoğan tarafından yazılan Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye adlı kitapta yer almaktadır. Konu çok önemli olduğundan, aldığım notların bir kısmını bilgilerinize sunuyorum:
AB Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Tom Spencer, Amerikan Dow Jones Haber Ajansına verdiği demeçte şöyle diyordu: "Türklere ilerde bir gün AB'nin parçası olacakları yolunda 30 yıldır söz vererek hiç dürüst bir davranışta bulunmadığımızı düşünüyorum. Çünkü gerçek, AB'nin Türkiye'yi üye olarak kabul etme yolunda hiçbir niyetinin olmadığıdır. Türkiye, bir yandan köktendincilerin diğer yandan bizim tutmayacağımız sözlerin arasında sıkışmış durumdadır. Türkiye'ye gerçek niyetimizi anlatmamız daha dürüst bir davranış olurdu..."
... Avrupa Birliği Türkiye'yi hiçbir zaman tam üyeliğe almayacaktır. Çünkü:
1. Gümrük Birliği, Avrupa Birliğine üye olmak için verilen ulusal bir ödündür. Ekonomik gücüne ve yönetim sistemine güvenen Avrupa ülkeleri, ortaklıktan elde edecekleri yararları düşünerek gümrüklerini diğer ülkelere açmışlardır. Türkiye, ortaklık haklarını elde etmeden pazarını Avrupa'ya açmıştır. 'Nimet'i olmayan bir 'külfet'e katlanmış, kendisini de Avrupa için 'külfetsiz nimet' haline getirmiştir. Bu nedenle tam üyeliğe alınmasının gereği ortadan kalkmıştır.
2. Avrupa büyük boyutlu ekonomik ve sosyal sorunlarla karşı karşıyadır. Daralan dünya pazarları, şiddetlenen uluslararası rekabet, işsizlik üretimsizlik ve sosyal güvenlik sorunları giderek büyüyen dalgalar halinde Avrupa'yı sarmaktadır. Kendisini ABD ve Japonya'ya karşı korumaya çalışmaktadır. Amacı siyasi birliktir. 'Avrupa Birleşik Devletleri' olarak ifade edilen oluşumda Türkiye'nin yeri yoktur. Olması da mümkün değildir.
3. Türkiye, AB'ye göre sorunları çok fazla olan geri bir ülkedir. Böyle bir ülke Avrupa için 'ortak' değil ancak 'pazar' olabilir. % 10'u aşan kronik işsiz oranıyla Avrupa'nın, kalabalık nüfusu ve % 26 işsizi olan Türkiye'yi tam üyeliğe alarak ona serbest dolaşım hakkı tanıması demek, çözmekte yetersiz kaldığı Avrupa işsizliğinin katlanarak artması demektir. Böyle bir gelişme ise AB'nin gözünde, 'Viyana kapılarında durdurulan' Türklerin Avrupa'yı bu kez 'kılıçsız istila' etmesidir.
4. Türkiye tam üyeliğe kabul edilmesi halinde, temsil haklarının nüfusa göre belirlendiği Avrupa Birliği içinde, Birliğn en etkin birkaç ülkesinden biri olacaktır. Avrupa Parlamentosu'nda 91 milletvekili (Almanya 99, İngiltere ve Fransa 87), Bakanlar Konseyi'nde 10 oy (Almanya, İngiltere ve Fransa 10) ve AB Komisyonu'nda 2 komiser (Almanya, İngiltere ve Fransa 2) ile temsil edilecektir. Yüzyıllardır (1923-1938 arası hariç) Avrupa'nın yarı-sömürgesi durumunda olan Türkiye, Avrupa'yı yöneten bir ülke haline gelecektir. Kendi ülkelerini 'yönetemeyenler', Avrupa'yı 'yöneteceklerdir.' Böyle bir durum Avrupalılar için, değil kabul etmek, gerçek bir 'kâbus'tur.
5. Türkiye'nin, tam üye olması halinde, AB'nin yürürlükteki sistemi gereğince, Birliğin 'az gelişmiş yörelere yardım fonu'ndan her yıl yaklaşık 17,5 milyar dolar yardım alması gerekecektir. Böyle bir durum, pazar ve para için 20. yüzyıl içinde milyonlarca insanın öldüğü iki dünya savaşı çıkaran Avrupalıların, 'akıllarından bile geçiremeyecekleri' bir gelişmedir.
6. Avrupalılar Türklere yüzyıllardır ırkçı ve dinci gözlüklerle bakmışlardır. Avrupalılar için, Türklerin yaşam tarzları, kültürel gelenekleri ve dini inançları, aynı siyasal oluşum içinde birlikte olunamayacak kadar kendilerinden uzaktır. Bu durum Türkler için de geçerlidir. Avrupa her geçen gün daha fazla kendi içine kapanmakta ve kendini özellikle ABD ve Japonya'ya karşı mücadeleye hazırlamaktadır. Yarattığı ekonomik-siyasi oluşum içinde Türkiye'nin gerçekten 'yeri yoktur.'
Bu yalın gerçeği herkes görüyordu ama Türkiye'yi 'yönetenler' görmüyor ya da görmek istemiyordu. Oysa AB yetkilileri, Türkiye'yi Birliğe almayacaklarını açıkça söylüyorlardı. ... Dünya Bankası Avrupa Başkan Yardımcısı Jean François Rischard, 4 Kasım 1999'da yapılan 8. Ulusal Kalite Kongresi'nde şunları söylüyor: "Gelecek 20 yılda yeni dünya ekonomisinde, zenginler daha zengin fakirler daha fakir olacaktır." Uluslararası Kamu Çalışanları Federasyonu'nun (PSI) Dünya Bankası'nın 50. kuruluş yılı nedeniyle, yayınladığı kitapta şöyle söylenmektedir "Dünya Bankası yönetimince hazırlanan 'yapısal değişim programlarının1 uygulandığı ülkelerde yoksulluk arttı, işçilere kemer sıkma politikaları uygulandı, sosyal harcamaların kısılması sonucu temel hizmetler durdu, pek çok kamu çalışanı işini kaybetti, grev ve gösteriler hükümet güçleri tarafından bastırıldı... Dünya Bankası ve ikiz kardeşi IMF, dünyayı fethe çıkan sermayenin müfreze kolu durumundadır." ... İngiliz ekonomisti Thomas Balogh'un görüşleri ise daha radikal ve net: "ABD'nin bugünkü ekonomik ilişkileri, özünde, İngiltere'nin Afrika'daki eski sömürgeleri ile olan ilişkilerinden farklı olmamaktadır. IMF, oyunun kurallarının zorla kabul ettirilmesi işinde, sömürgeci yönetimlerin yerini almaktadır." Türkiye'de saplantı haline getirilen 'batıcılığı' ve 'Gümrük Birliği'nin 'garipliğini' fark edenler sadece yerli araştırmacılar değil. Japonya'da iktidardaki Liberal Demokrat Parti Genel Sekreteri Kanezo Muraoka, Japon hükümetinin Türk-Japon ilişkilerine büyük önem verdiğini belirterek, Tansu Çiller'in GB macerasıyla ilgili olarak şunları söylüyor: "Bayan Başbakanınıza coğrafya dersi vermek isterdim. Çünkü ona göre Ankara'nın doğusunda hiçbir ülke yok. Hep Batı hep Batı, Türkiye Batı'ya yaklaşmak için hep Batı'dan gitmek istiyor. Oysa Batı'ya Doğu'dan da gidilebilir. Örneğin Japonya, Çin gibi ülkelerle işbirliği yapıp kendi ekonomik durumunu düzelttikten sonra Avrupalı olmak için çaba göstermek daha iyi değil mi?" | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:48 am | |
| Ferai Tınç'ın IMF'ye Karşı Sinatra Formülü (3.7.2000 tarihli Hürriyet gazetesi) başlıklı makalesinde yazdıkları çok ilginç:
"Malezya Başbakanı Dr. Mahathir bin Muhammed küreselleşmenin bedelini ağır ödediklerini söylerken, 'Küreselleşme kavramının bizim gibi kalkınmakta olan ülkeler de dahil herkesi zenginleştirecek bir şey olmadığını anladık. Tersine küreselleşmiş dünyanın finansal sistemi bizi iflasın eşiğine, yoksulluğun eşiğine getirdi. Neredeyse dilenci oluyorduk,' diyordu. Ama Asya kaplanı Malezya, bir gecede borsayı yerle bir eden krizden kurtulmuş. Şimdi herkes IMF-Dünya Bankası reçetelerine tepeden bakıyor. Kurtuluş formülünün bir de kod adı var: 'Frank Sinatra formülü?' Sinatra'nın 'I did it my way' şarkısını hatırlatıp, 'Biz de kendi usulümüze göre yaptık. Koşullarımıza uygun çözüm formülleri ürettik,' diyorlar. Frank Sinatra formülü işe yaramış. Malezya'nın ihracatı, geçen yıl aynı döneme göre Mart 2000'de % 27.7 artmış. Dış ticaret fazlası martta 1.8 milyar dolara yükselmiş. 1997'deki Asya krizinden sonra, Güney Kore, Tayland, Endonezya, Filipinler ve Malezya'da paranın değeri çılgınca düşerken Mahathir dışındaki kaplanlar birer birer IMF ile anlaşma imzaladılar. Mahathir, IMF'nin sıkı para ve bütçe politikalarına dayalı tek tip reçeteleri reddetti ve işe bayrak açarak başladı. Dr. Mahathir önce, Soros'la kapıştı. 'O moronun tekidir' dedi. Soros'un yanıtı gazete manşetlerinden geldi: 'Mahathir, ülkesi için bir tehdittir.' Ringgi, Malezya parası iki ay içinde % 24 değer kaybederken, Mahathir IMF ve Dünya Bankası yetkililerini, 'Korsanlık, hırsızlık ve anarşistlikle' suçluyordu. Gelişmekte olan ülkeleri 'muz cumhuriyetleri' olarak görmek isteyen yabancı yatırımcılar da paylarını alıyordu: 'Irkçılar!' Mahathir'in 'kendi yolu', sermayenin kontrolünden ve kurun dolar karşısında sabitlenmesinden geçiyordu. Mahathir, 'Serbest ticaret ve liberalizasyon iyi hoş da, eşitler arasında olmalı' diyordu. Ama durum böyle değildi ve gelişmekte olan ülkeleri, büyük ve belirsiz sermaye hücumunun istikrarı bozucu etkilerinden korumak gerekiyordu. Krizden sonra 1998 yılında ekonomisi % 7.5 küçülen Malezya'da 1999'da gayri safi milli hasıla, bir önceki yıla göre % 5.3 artıyor, ihracat patlaması yaşanıyor, sıcak para girişi sayesinde borçlar ödeniyor ve IMF'nin bastırmalarına rağmen iflaslarına göz yumulmayan bankalar yeniden yapılandırılıyorlardı. Kuala Lumpur'da Asya tipi Manhattan'lardan birini yaratmak isteyen Mahathir'in Petronas Kuleleri adı verilen muhteşem ikiz kulelerinde dünyanın ünlü markaları şubelerini açmaya hazırlanıyorlar. İki yıl önce kriz patlak verdiğinde Malezya Başbakanı'nın dik kafalılığına kızanlar Petronas Kuleleri için 'Mahathir'in ihtişamlı ereksiyonu' derlermiş. 'Frank Sinatra'cılar, yani her ülkenin kendi ihtiyaçlarına uygun çözüm politikaları üretmesi gerektiğini savunanlar, 'Bu kuleler krizden iki yıl sonra bugün peşpeşe açılarak dükkânları, yer bulunmayan restoranları ile Malezya ekonomisinin hayatiyet fallusları' yanıtını veriyorlar. Malezya'nın IMF'ye yanıtı, maço olmasına maço ama, Mahathir'in ülkesinin krizi atlattığı da bir gerçek. IMF politikalarına kafa tutan Malezya örneği incelenmeye değer. Globalleşmenin olumsuz etkisini, tahrip gücünü yaşayarak öğrenen Malezya Başbakanı'nın İslam Konferansı Örgütü toplantısında Müslüman ülkelere yaptığı, 'Kılıkla, kıyafetle, ahretle uğraşmayı bırakın, globalleşme gerçeği ile başa çıkmak için Batı ile rekabet edebilir hale gelin' çağrısı önemli bir uyarıydı. IMF reçetelerine kafa tutabilmenin, 'I do it my way' diyebilmenin başka yolu yoktu." | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:48 am | |
| 1 Mart 2001 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Haluk Yurtsever'in, Seçeneksizlik Dayatması başlıklı çok ilginç bir makalesi yayımlandı. Bu makalede, şu hususlar vurgulanıyor:
Emperyalist kapitalizm şimdi, bir yandan "globalizm" söylemiyle saygınlık kazanmaya çalışırken bir yandan da arkasında büyük bir şiddetin bulunduğu "global refah" uyutucusunu kullanarak kendi yapısal bunalımını tümüyle dünyanın ve insanlığın çoğunluğuna aktarma yöntemlerini geliştiriyor. Globalizm, bu yönüyle sistemin, dünya nüfusunun çok büyük çoğunluğunu uygarlıktan dışlayarak kendini dokunulmaz kılma stratejisidir. Bu stratejinin gizlisi saklısı yoktur. Açık açık konuşuluyor.
27 Eylül 1995'te San Francisco'daki Fairmond otelinde, Mihail Gorbaçov için bir ödül töreni düzenlendi. Toplantıya, Gorbaçov yönetiminde bulunan 500 politikacıyı, emperyalist ekonomi dünyasının yöneticilerini ve "bilim adamlarını" çağırdılar. Toplantıya George Bush, George Schultz, Margaret Thatcher, CNN'in sahibi Ted Turner ve daha birçok "ünlü" kişi katıldı. Alman Der Spiegel dergisi muhabirlerinden Hans-Peter Martin de bu toplantıda bulunuyordu. Toplantıda konuşulanları onun tanıklığına borçluyuz. (Hans-Peter Martin, Harald Schumann, Globalleşme Tuzağı Demokrasiye ve Refaha Saldırı, Ümit Yayıncılık, İstanbul, 1977.)
Kitaptan aktarıyorum:
"Fairmond'daki pragmatikler, geleceği bir rakam çiftine ve bir kavrama indirgerler: '20'ye karşı 80' ve 'tittytainment.'
Çalışabilir durumdaki nüfusun yüzde 20'si, gelecek yüzyılda dünya ekonomisinin canlı tutulmasına yeter. 'Daha fazla işgücüne gereksinim olmaz' diye düşünüyor, sanayici Washington SyCip. İş arayanların beşte biri, tüm ürünleri üretmeye ve yüksek nitelik gerektiren işleri yapmaya yeter. Bu yüzde 20 yaşamında, kazançta tüketimde ve katılımda aktif olacaktır; hangi ülkede olursa olsun." (S.15)
Bir aktarma daha: "Avrupalıların seksenli yıllardan beri korktuğu üçte iki toplumu, demek ki artık gönencin (refahın) ve toplumsal sınıfların gelecekteki bölüşümünü gösteriyor; içinde dışlanmışların 'tittytainment'la teselli edileceği beşte bir topluma yaklaşıyor." (s.16) "Tittytainment" mı ne? Bu, Amerikan İngilizcesindeki kadın göğüslerinin argocası olan "tits" ile "eğlence" anlamındaki "entertainment'ın birleştirilmesinden türetilmiş uyduruk bir sözcük. Bu sözcükle, dışlanan nüfusun, kadın memesiyle (anne sütüyle ya da sütsüz memeyle) oyalandırılması çağrıştırılıyor. Bunu, "büyük insanlığın" yalnızca doyurulması ve bunun yeterli olmadığı yerde erotik, sanal, tüketim izleyicisi bir konumda eğlendirilip edilgenleştirilmesi olarak tercüme edebiliriz.
Yukarıdaki alıntıda dünya insanlarının seçkin ve ayrıcalıklı yüzde yirmisi için "nereden olursa olsun" deniliyor.
Evet, yüzde yirminin içinde dünyanın her yerinden işbirlikçiler var; ama bu, ne ulusal devlet gerçeğinin buharlaşıp uçtuğu ne de yüzde yirmiye girme fırsatının eşitlendiği anlamına geliyor.
"İşbölümü", dünya çapında ve tek ülkeler düzeyinde kapitalizmin külfetlerinin alttaki çoğunluğa, nimetlerinin ise mutlu azınlığa dağıtılması düzeneğidir.
Bugün ABD hegemonyasındaki emperyalist düzenek (sistem) dünyaya istediği biçimi veriyor. Kurdukları düzenek kabaca ve kısaca şöyle işliyor: Emperyalist merkezlerde biriken büyük çaplı sermaye, kârını en çok kılmak üzere serbestçe dünyaya yayılıyor; çokuluslu şirketler dünyanın her yerini fethediyor. "Yabancı sermaye" biçimindeki para, sermaye, girdiği ülkede düğün bayram karşılanıyor. Başlangıçta, ekonomik büyüme hızlanıyor, krediler genişliyor, tüketim artıyor, yerli paranın değerlenmesi fiyatlarda düşüş sağlıyor, şirketlerin kredi kullanım hacimleri, yatırımlar artıyor. Ne var ki saadet zinciri, istemin (talebin) artan yatırım ve üretimi karşılayamaz olduğu noktada kırılmaya başlıyor. Bu noktaya gelinmesi kaçınılmaz, çünkü aynı süreçte hem dışsatım (ihracat) olanakları hem de iç pazar daralıyor; atıl kapasiteler büyümeye başlıyor. Ülkenin, şirketlerin, bankaları, borç riski, kritik bir noktaya doğru ilerliyor.
Oranın insanlarını sevdiği için değil, kâr oranları yüksek olduğu için "riskli" ülkelere gelen ve büyük kârlar sağlayan sermaye, bu kritik eşikte dışarı kaçıyor. Söz konusu ülkede kıyamet kopuyor. Meksika'da, Brezilya'da, Malezya'da, Güney Asya'da ve en son ülkemizde olan budur. Denizin bittiği noktada, bütün senaryoların yönetmeni olan IMF'nin haciz memurları çantalarının içinde yeni "program" ve ödeme buyruklarıyla çıkıp geliyorlar.
Dünya sisteminin merkezleri olan ABD ve AB'de bunalım yokken dünyanın geri kalan her yerinin süreğen bunalımların burgacında bocalaması böyle bir düzeneğin sonucudur.
Bunalım ya da sorunlar, onları yaratan düşünce ve izlencelerle (programlarla) çözülemez. Türkiye'deki bunalım tartışmalarının sorunu, bir seçeneksizlik çemberi içinde yürütülmesidir. Global kapitalizmin en büyük başarısı, var olan durumu, seçeneği olmayan bir yazgı, karşı konulması olanaksız bir nesnellik olarak göstererek beyinleri tutsak etmesidir. Tutsak bir beyin ve umutsuz bir yürekle sağlıklı düşünmek ve sağlıklı davranmak olanaksızdır. Global nesnelliğe teslimiyet insanı körleştirmektedir.
Öyleyse, dayatılan açmazın dışına çıkmak için en başta beyinleri özgürleştirmek, ülkemizin ve halkımızın geleceğini emperyalist dayatmaların, IMF programlarının dışında aramak gerekiyor. İnsanlık hiçbir zaman seçeneksiz kalmadı; bugün de değildir. İleri ve halkçı bir seçeneği somut olarak geliştirmenin ilk hareket noktası bu gerçeğin kabulüdür. | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:48 am | |
| Metin Aydoğan, 24 Kasım 2000 tarihli, Müdafaa-i Hukuk gazetesinde yayımlanan Avrupa Birliğini Kim İstiyor başlıklı makalesinde bizi düşündürmeye devam ediyor:
Yaşanılan gerçekler bize çok farklı şeyler anlatıyor. Görülen yalın gerçek şudur; yüzyıllık geçmişi olan eski sorunlar küllerinden arındırılıyor ve Anadolu'daki Türk varlığına yönelen kızgın bir ateş gibi ortaya sürülerek Kurtuluş Savaşı'nın intikamı alınmak isteniyor. Curzon'un ekonomik öngörüleri gerçekleşiyor. Üstelik bugün belki de daha ağır. Türkiye, AB ülkeleriyle yaptığı ticarette yılda 12 milyar dolar dış ticaret açığı veriyor. Bunun 8 milyar doları kâr transferi olarak Avrupa'ya gidiyor ve AB Yunanistan'a yılda 5 milyar dolar yardım yapıyor. Biz, bu ticaret açığıyla dolaylı da olsa Yunanistan'ın silahlanmasını finanse ediyoruz. Bunları görmek için acaba çok mu akıllı olmak gerekiyor?
Gerçekler ürkütücü boyutlarıyla ortada dururken herkes neden hâlâ AB peşinde koşuyor? Medya neden hâlâ bu denli kararlı? Politikacılar neden hâlâ bu denli istekli? Utangaç açıklamalarla "durumu şimdilik idare etmeye çalışan" ama aynı yolda yürümeye devam edenlerin amaç ve hesabı nedir? Bunları kim ya da kimler yönlendiriyor? Türkiye'yi, "Avrupa'nın istediği biçime sokma" eylemini kimler istiyor? Bu işin gerçek sahiplen kimler?.. Bu soruların yanıtlarını; itici gücünü uluslararası dev şirketlerin oluşturduğu ve Bilderberg'den IMF'ye, Business Round'dan G 8'lere, Trilateral'dan Dünya Bankası'na dek uzanan geniş bir küresel örgüt ağının stratejik kararlarında bulmak mümkündür.
Uluslararası şirketler, Yeni Dünya Düzeni'nin bir gereği olarak 1950'lerden sonra yoğun olarak dünyaya açıldılar. Açılmayı, gittikleri ülkelerde yerli ortak bularak gerçekleştirdiler. Yerli ortak kullahmak onlara, hem ulusal pazarların korumacı engellerini aşma olanağı verdi, hem de uluslararası ilişkilerin temsilciliğini o ülkede üstlenecek işbirlikçi oligarşik bir zümre kazandırdı. Güdümlü ve dışarıya bağlı bir sermaye piyasası oluşturularak güçlendirilen işbirlikçiler, doğal ve kaçınılmaz olarak, bağlı oldukları yabancıların istemleri yönünde hareket ettiler ve onların kendilerine ilettikleri ekonomik programları uyguladılar ve uygulattılar. Devlet kaynaklı teşviklerle yüksek oranlı kârları yabancılarla paylaşarak hızla kendi ülkelerine yabancılaştılar. Edindikleri mali olanaklar ve bağlı oldukları küresel güç odakları onları, ekonomi ve siyaset başta olmak üzere toplumsal yaşamın hemen tüm alanlarına egemen elitler haline getirdi.
Türkiye'de büyük holding şirketlerinin % 78'i yabancı ortaklıdır. Yabancılar bu şirketlerin % 28'inde % 75, % 64'ünde ise % 50 paya sahiptir. Hisse payları ne olursa olsun, strateji belirleme, patent ve know-how hakları, ihracat kararları, üretim ve kâr hedefleri, teknoloji belirleme yetkileri yabancı ortakların elindedir. Yerli ortaklar, yatırım için arazi bulma, inşaat yaptırma, işçi alımı, bürokratik işlemleri yürütme gibi ikinci sınıf işleri üstlenirler. Bunlar dışında kaçınamayacakları en önemli görevleri, dünyaya egemen kılınmaya çalışılan küresel işleyişin ülkedeki temsilciliğini yapmaktır. Ellerinin altında büyük mali kaynaklar, politik nüfuz, dev boyutlu iletişim gücü ve çoğu dış bağlantılı bir "sivil toplum" örgüt ağı vardır. Siyasal partiler değişik yöntemlerle denetim altına alınmıştır ve politikacıların bu güce karşı durmaları söz konusu bile olamaz. İktidara gelmeleri ve orada kalmaları, büyük holding şirketlerine verdikleri hizmetle doğru orantılıdır.
Uluslararası şirketlerin yerli ortak bulma dönemi artık sona ermektedir. Dünyanın her yerinde ulusal pazarlara girilmiş ve bu pazarlar küresel işleyişin küçük parçaları haline getirilmiştir. Yerli ortaklar güçlenmiş ve sarsılmaz görünen bir egemenlik kurmuştur. Artık doğrudan yatırım ve denetimsiz ticaret dönemi geçerlidir. 50 yıllık uğraşın meyveleri artık toplanacaktır. Dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir ülkenin bu işleyişe karşı durmasına asla izin verilmeyecektir. Ulus devlet varlığına temel oluşturan tüm kurum ve gelenekler ortadan kaldırılacak, metropoller dışındaki tüm ülkeler açık pazar haline getirilecektir. Genişletilmiş ortak pazarlar, bu işleyişin stratejik temelleridir.
Ne pahasına ve ne koşulda olursa olsun AB'ye girilsin propaganda ve eyleminin merkez üssünün neresi olduğu açıktır. "Üst düzey" politikacılar, köşe yazarları, gazete-TV müdürleri ve medyatik kılınan "bilim adamları"nın önemli bir bölümü bu üssün gücünü bilirler; söz ve davranışlarını buna göre ayarlarlar; kariyerleri yapılan ayarın hizmete dönüşmesi oranında yükselir. Gerçek kararlar dışarda alınır ve yerli işbirlikçiler bu kararları uygularlar.
TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanı Sayın Kâmran İnan, "Türkiye aleyhine düğmeye basılmış gibi bir hareket başladığını" söylemiş. Bu çok doğru bir saptamadır. Düğmeye basan el çok güçlü bir eldir. Biz bu eli, 1919'da kırdık, yine kırarız. Ancak karşımızdaki gücün gerçek boyutlarını da bilmek zorundayız. Oynanan oyunu bozmak için bilinçli olmak, birliğimizi sağlamak ve örgütlenmek zorundayız. Hata yapma özgürlüğümüz artık yok. | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:49 am | |
| Attilâ İlhan, 14.7.2000 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, Ecnebi Kültür Kuşatmasına Karşı başlıklı makalesinde şunları yazmış:
" 'Küresel', besbelli 'ulusal'a düşman; peki, 'ulusallığı' pekiştiren nedir? 'Yurt bilinci', 'dil bilinci', 'din bilinci' kısacası tarih birikiminin yoğunluğu; bu yoğunluğun yarattığı 'tarih bilinci' mi? 'Küresel', bunların alayını hor görüp aşağılıyor; yerlerine, ya 'etnik'ya da 'dinsel'-daha sevdikleri bir deyimle 'kültürel'- varlığı ve özgürlüğü koyuyor. Gerçekte bir ulusun kültürel birikimi -ulusal kültür sentezini gerçekleştirse de, gerçekleştirmese de- sürü sepet 'etnik', 'dinsel', 'geleneksel ve göreneksel' vd. unsurun, iç içe geçmesinden oluşuyor ya, 'küresel' bunu görmezden gelir; onun istediği, hazır bölücülük reçetesi! Bir ulusal devlette, ulus yani halkın tümü, ulusal kültür sentezini, yeni buluş ve katkılarla güçlendirecek yerde; 'etnik' ya da 'dinsel' kaygılarla, 'yöreselliğin' dolayısıyla 'bağımsızlığın' ardına düşerse; elbette, hoş geldin post/modernizm; hoş geldin 'ulusal' düşmanlığı!
Örnek, çok kolay 'Ulusal Türk Kültür Sentezi', türlü çeşit Anadolu, Rumeli, hatta Ortadoğu ve Doğu Avrupa 'etnik' ve 'dinsel' katkılarını 'içerir', doğrusu da budur, bunların arasında Laz, Çerkes, Kürt, Ermeni, Rum, hatta Arap ve Acem kökenlilere rastlarsınız; bu, bir zenginliktir, o 'ulusal kültürün potansiyel gücüdür. Ama birden Kürtler -Lazlar da olabilir- 'yöresel' ve 'etnik' bir Kürt -ya da Laz- 'kültürü' peşine düşürülürse; dildi, dindi, türküydü, oyundu, gelenekti, görenekti derken; önce 'kültürel' bir 'bölücülüğün' yolu açılır; arkasından da iş, bin yılda oluşmuş bir kültür, toplum ve kader beraberliğini bozmaya kadar götürülmek istenir. İyi de kimin ekmeğine yağ sürer bu? Türklerin mi, Kürtlerin mi, Lazların mı? Hiçbirinin değil, o yöreye göz koymuş 'ecnebinin'!" | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:49 am | |
| 9 Eylül 2000 tarihli Radikal gazetesinde, Gündüz Aktan'ın, Gerçekle Yüzleşme Anı başlıklı makalesinde yazdıkları, üzerinde düşünülmeye değer nitelikte:
Bu sonbahar Türkiye için sıra dışı önemli bir zaman parçası olmaya aday. AB, Katılım Ortaklığı Belgesini (KOB) hazırlıyor. Üye olmamız için müzakerelere başlanması lazım. Onun için de, Kıbrıs ve Ege sorunları bir yana, Kopenhag kıstaslarının insan hakları, demokrasi ve 'azmlıklar'a ilişkin olanlarının önceden yerine getirilmesi gerekiyor. İşte KOB, aslında genel ve muğlak kaleme alınmış bu kıstasları ayrıntılı talepler halinde ortaya koyacak.
...İrtica açısından fazla sorun yok. AB'deki İslama karşı köklü önyargılar, Türkiye'deki laikliğin yumuşatılmasını istemeye büyük bir engel oluşturuyor. Tersine, Refah gibi bir partinin iktidara gelmesi, Avusturya'da Heider'a yapılan muameleyle karşılaşmamıza neden olabilir.
Buna karşılık bölünmeye ilişkin 'korkular' çok daha ciddi ve yalnız orduya da özgü değil. "Ben korkmuyorum. Bugüne kadar bölünen olmamış" demenin de fazla anlamı yok. Sorun cesaretten ziyade basiretle ilgili. Karşıdakinin paylaşmadığınız korkularını anlayıp, ardındaki gerçekleri görürseniz daha kolay ikna edebilirsiniz. Yoksa alttan gelecek baskıya bel bağlanamaz.
AB'de 'Bölgeler Avrupası'nı savunan güçler ne istiyorlar acaba? Belçika bölünemez mi? Kuzey İtalya ya da Padania, İngiltere'de iskoçya ve Kuzey irlanda, İspanyol Bask'ı ve Katalonya önümüzdeki 25 yıl içinde hiçbir şekilde bağımsız olamazlar mı? Ya Korsika? Bu adaya 2004'te verilecek otonominin Fransa'da yarattığı sarsıntıyı içişleri bakanının istifasına indirgemek doğru mu?
Ayrılıkçı etnik grupları olan ülkelerin bütünlüğünü demokrasiden çok pazar ekonomisinin güçlü bağları sağlıyor. Bu bağlar gelişmiş AB ülkelerinde yetersizken, 15 yıllık iç çatışmanın ekonomiden soyutladığı zaten geri kalmış güneydoğuda mı yeterli olacak? 30 bin ölümün azdırdığı etnonasyonalizm denen son derece regresif ve irrasyonel akım hiç endişe uyandırmıyor mu? Bu durumda, bölünmeyi savunmayı da kapsayan bir ifade ve siyasi örgütlenme özgürlüğü ile kültürel haklar, bütünlüğümüze nasıl bir 'demokratik' katkıda bulunacak?
Öte yandan, AB'de ulus-devleti korumak isteyenler çoğunlukta. Bunlar AB'yi bölünmek için kurmadılar. Bunlarla işbirliği içinde adım adım ve ihtiyatla ilerlemeliyiz. İlk KOB'un mütevazı talepler içermesini sağlamalıyız.
İsmet Paşa Ankara Antlaşması'nı imzalamadan önce, "istediğimiz zaman çıkabilir miyiz?" diye sormuştu. Tehlike sabitleşirse tabii evet. | |
| | | Vatan
Mesaj Sayısı : 135 Kayıt tarihi : 07/06/08
| Konu: Geri: Vural Savaşın Not Defteri C.tesi Haz. 07, 2008 11:49 am | |
| Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemiyle ilgili en ilginç tespitleri, ******'ün yakın arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları adlı eserinde yapıyor. O eserden küçük iki parça nakledeceğim. Şöyle yazıyor Falih Rıfkı Atay:
"Kendime ilk defa ne zaman Türk dediğimi pek hatırlamıyorum. Bizim çocukluğumuzda Türk kaba ve yabani demekti, islam ümmetinden ve 'Osmanlı' idik, İlmihal'lerde baş dersimiz 'Din ile milliyet'in bir olduğunu öğrenmekti.
... Vatan sözü yasaktı. Onu ben büyüyüp de Namık Kemal'i okuduğum günlerde kitapta gördüm. Kulağımla ancak Meşrutiyetle duydum. Padişah kulları idik. Okul çıkışlarında her akşam sıraya girer, 'Padişahım çok yaşa' diye bağırırdık.
... Beyoğlu'nda bir İstanbullu Türk 'Yerli'liğini kolayca hisseder. Dükkânlardan çoğu, Türkçeden başka dille konuşmayana cevap vermeye ancak 'tenezzül' eder. Yan sokaklardan bazılarının adları Fransızcadır ve Fransızca yazılmıştır. 'Büyük Klüp'ün adı, 'CerlCed'Orient'dır. Dili Fransızcadır. 'Karşı' Türklerinin de Türkçe konuştukları pek duyulmaz. Bu Tanzimat tipi 'Batılı' ile, bugünkü Batılı Türk arasında hiçbir benzerlik aramayınız. O, Türklüğünden utanan, Türklüğünü saklayan bir 'Alfranga'dır. Bir göbek, çoğu iki, nihayet üç göbek ötesi Anadolu'nun bir kasaba veya köyünden çıkan bu Türkler, saraya yahut Bab-ı Âli'ye çıkınca ilk işleri soylarını da, soyadlarını da unutmak olur... Okullarda da Arab'a Arap, Arnavud'a Arnavut, Rum'a Rum, fakat kendimize Osmanlı derdik." | |
| | | | Vural Savaşın Not Defteri | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |